maviş forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

maviş forum

maviyi seven forum maviş foruma hoşgeldiniz.
 
AnasayfaKapıGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Can Dündar

Aşağa gitmek 
Sayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki
YazarMesaj
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:04 am

HAYATTAN NE ÖĞRENDİM?

Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki...''Hayattan ne öğrendiniz?'' Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım. Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum.

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu, aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim.

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu ...
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu, gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Can DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:05 am

Sevdiklerinizin Kıymetini Bilin

Aklım, hiç tanışmadığım 11 yaşında bir yavrucakta...
11 yaşında,hiç tanışmadığım bir "küçük dost",
sıraladığım "Büyük" gündem maddelerini elinin tersiyle itip,
yattığı yerden yorgun gözlerle bana bakarak "Beni yaz" diyor sanki:
"Beni yaz ki, bütün bunları bir an için unutup hayatın anlamını düşünsün insanlar..."
Son 2 gündür Dışisleri camiası, bu küçük dostun acısıyla seferber...
Babası, hariciyenin en sevilen diplomatlarından biri...
O, ailenin tek çocuğu...
Sabah, her zamanki gibi hazırlanıp gitmiş ilkokuluna...
Sonra okuldan, aniden fenalaşıp bayıldığı haberi gelmis.
Koşup Hastaneye yetiştirmişler. Ve baygınlığın nedenini öğrenmişler.
Küçük dostumun beyninde tümör varmış ve hayli ilerlediği için,
acilen ameliyat edilmezse ölümcül tehlike yaratırmış.
Ailesi dehşete kapılmış.
Amerika' ya götürmekle, Türkiye' de ameliyat ettirmek arasinda kararsızlanmışlar bir süre...
Sonra her şeyi; tümörü, ameliyatı, riski, ABD seçeneğini olanca açıklığıyla küçük dostuma anlatmışlar.
"Burada kalalım" demiş küçük dostum ve hastaneye yatırılmış.
Korkmuş biraz tabii...
"Aslında ameliyattan korkmuyorum..."demis,"...
Kan alınırken yaptıkları iğne canımı acıtıyor, ondan korkuyorum daha çok...
Ameliyattan önceki gece anne-babası, saat 03.00'te uyandıklarında,
oğullarını cam kenarında sessizce dışarıyı seyrederken bulmuşlar.
Sabah, ameliyata giderken küçük dostum, bir kağıt parçası tutuşturmuş annesinin eline:
"Oyuncaklarımı şu arkadaşıma verin" yazıyormuş ilk satırda...
"Bilgisayarım bunun olsun... kitaplarımı şuraya dağıtın..."
Küçük vasiyeti alıp cebine koymuş annesi...
5 günde 50 yıl yaşlanmış..
Böyle uzun gecelerde Necip Fazil'in "Beklenen" ler için yazdığı muhteşem dörtlüğü hatırlarım hep:

Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan, bir günahı
Seni beklediğim kadar...

Hastayken "en uzun gece" nin, ameliyatı beklediğiniz gece olduğunu sanırsınız;
oysa hasta yakınları için daha uzunu, ameliyati izleyen gecedir.
"Bu geceyi atlatırsa tamam" der doktor, o gecenin her saniyesini
upuzun bir sırat köprüsünün birer birer döşenen taşlarına dönüştürerek...
Uğruna can vermeye hazır olduğunuz can, az ilerde yatarken;
siz çaresiz beklersiniz. Ve karanlık bitmek bilmez o gece...
Gökkubbe ışımaz bir türlü...
Önceki gün 5 saat sürdü ameliyatı küçük dostumun...
Kapıda annesi kadere isyan ederken, babası "Bunu aşacağız. Biliyorum, geçecek "
diye tekrarlayıp teselli ediyordu kendini...
Dün sabah, sabrın tortusunun çöktüğü yorgun gözler doktora çevrildi ve beklenen müjde geldi:
"Tümör tamamen temizlendi. Küçük dostumuz atlattı tehlikeyi...."

Niye anlattım bunu şimdi...?
Bir acıyı paylaşmak için değil...
Kulak memenizi çekiştirip tahtalara vurasınız diye hiç değil...
Sadece, bazen bize çok önemli gibi görünen sorunların,
hayatı Sandığımız gündem maddelerinin, dert ettiğimiz sıkıntıların
aslında hayat karşısında ne kadar önemsiz, sıradan ve geçici olduğunu bir an için düşünün diye...
Sevdiklerinizin kıymetini bilin ve sevginizi göstermeyi ertelemeyin diye...
Şimdi gidin ve burnunuzu saçlarının arasına gömüp doyasıya koklayın diye...
Geçmis olsun küçük dostum!
Sağol...
Bize hayatın anlamını yeniden anımsattığın için...

Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:05 am

Ne zaman tuvalet masasında makyajını temizleyen bir kadın görsem maskeler üşüşür aklıma... Boyalı çehreyi yalayan her bir pamuk topağının, gün boyu gerçek yüzü saklayan kalın maskeden bir parça kopardığını düşünürüm. Temizlik bittiğinde göz altlarında ince yarıklar halinde nemli kırışıklıklar gülümser; kaşlar silikleşir, kirpikler kısalır. Yüz, maskesinden soyunmuştur artık... sahibinin yaşını, ruhunu ele verir... ta ki ertesi sabah yeniden giyinene kadar...

Amerika'nın sevilen haber spikeri Leslie Mouton kansere yakalanıp saçları dökülünce ekrana perukla çıkmaya başlamıştı. Geçen cuma, stüdyo öncesi makyaj yaparken "Her şeyden haberdar etmeye söz verdiğim izleyicilerimden kendimi gizlemeye hakkım yok" diye düşündü ve o gece peruğunu takmamaya karar verdi. Kanal yöneticileri seyircinin tepkisinden çekindi önce, ama sonra kabullendiler. Jenerik döndü, yayın başladı ve 36 yaşındaki Mouton bu kez saçsız gülümsedi seyircilerine; "İşte bu benim gerçeğim, ben artık kelim ve bunu kabullenmeye karar verdim" dedi. Yayın bittiğinde kanala çiçek yağıyordu. Hayranlarının, ona güveni bir kat daha artmıştı.

Zavallı soyumuz, kim bilir kaç nesildir "maskeli balo"da gibi yaşıyor gündelik hayatını... Bedenimizin, aklımızın en yalın hallerinde binbir örtü... İki yüzlülüğün atölyelerinde kalıba dökülen maskeler, mekana ve ihtiyaca göre seçilip takılıyor. En gülünesi halleri ciddiye almamıza, en saçma konuşmaları alkışlamamıza, sıkça tribünlere oynamamıza yarıyor. Küfretmek istediklerimize iltifat ediyor, kendimizi beğendirmek için rolden role giriyor, bu yorucu oyunun perdesi kapanınca da yatağa girerken maskemizi çıkarıp başucumuza asıyoruz. Kimsenin karşısındakinin gerçek yüzünü bilmediği ya da bilip de bilmezden geldiği bu karnaval nicedir sürüp gidiyor.

Sosyal antropolog Ahmet Göngören "Kimlik Bulmacası İçin Kılavuz" kitabında (Patika, 1999) "İlkel toplumlarda maske sadece ayinlerde kullanılır, diğer günlerde duvara asılır, gelecek ayine kadar titizlikle saklanırdı" diyor; "Oysa günümüz toplumunda maske sürekli takılıyor, ancak pek özel anlarda çıkarılıyor. Çünkü ayinsel gösteri kesintisiz biçimde sürüyor".Acaba şimdi, atalarımızın yaptığının tersine, yılın bir günü maskelerimizi çıkarıp duvara asmayı ve gösteriye ara verip çoktan defnedilmiş hakikatin anısına, örtülerinden arınmış bir ayin düzenlemeyi becerebilir miyiz?

Doğruyu yalandan ayırt etmenin tamamen imkansızlaştığı bu gayya kuyusunda, herkesin kendini bütün yalınlığıyla sergilediği, içinden geleni söylediği bir samimiyet karnavalında buluşabilir miyiz?

O gün renkli perukları, şaşaalı nutukları, sembolik urbaları, süsleri, takıları, boyaları, rolleri, tavırları, yalanları 24 saat için bir kenara bırakmayı, en tabii, en samimi, en derbeder halimizle ortaya çıkmayı göze alabilir miyiz?

Tek bir gün için olsun, aşkımızı veya nefretimizi önünü ardını hesaplamadan itiraf edip, ikiyüzlülüğün maskesini düşürebilir miyiz?

Gülen masklar, ağlayan masklar, otoriter masklar, şarlatan masklar duvarlara asıldığında ve ruhların asıl çehreleri ortalığa saçıldığında kaç heykel yıkılır, kaçı sağlam kalırdı acaba?

Peki biz o ebedi maskeli balonun 24 saatlik antraktında, çoktan yitirdiğimiz kendi saflığımızı da bulabilir miydik?

Ya ertesi gün?..
Öylesi bir yüzleşmenin ertesi günü kaçımız ilişkimizi kaldığımız yerden sürdürebilirdik acaba?.. Kaçımız riyasız yeni bir hayata başlayabilirdik?
Bu gece makyajınızı temizlerken ya da makyajını temizleyen birini gözlerken düşünün bunu...
Aman sabah maskenizi takmayı unutmayın

CAN DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:05 am

Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz?
Kendi idam sahnesi...
Çar'ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.
Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi.
"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine...
Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.
Böylece "ölüm"le tanıştı; oysa bu sefil oyunda asıl keşfettiği şey, "yaşam"dı.
Stefan Zweig'a göre 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti, ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı:
Yaşama sevinci...
Durumu en iyi anlatan cümle Nietzsche'nindir:
"Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar".

* * *

Evet, gemimiz su alıyor!
Daha iki ay evvel, mutluluk diyarına doğru pupa yelken yol aldığını düşündüğümüz o emektar vapurun gürültüyle batmakta olduğuna inanıyoruz şimdi...
Halbuki iki ay evvelki sevinç dalgası kadar bugünkü kasvet tufanı da aldatıcı...
Yegane gerçek şu:
Bu gemi su alıyor.
Batmamak için de yenilenmek durumunda...
Bu gerçeği görebilmek, maziyle yüzleşebilmek, sahip olduklarımızın kıymetini anlayabilmek için bugünkü acıları çekmemiz gerekiyordu.
Zamanla o sancılar olgunlaştıracak bizi... acının bilgeliği, gözümüzdeki mili çekip alacak.
Göreceğiz ki çare, kafileler halinde suya atlamak değil, gemiyi baştan aşağı yenilemektir.
Umutsuzluk her yanı kuşattığında, umudun vakti gelmiş demektir.

* * *

Sözü yeniden Nitzsche'ye bırakalım:
"Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. İnsan ağrılarda incelir. Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst oluştur".

* * *

Keşke kalemim yaralarınıza ümidin merhemini sürebilecek kadar güçlü olsa...
Keşke şu 20 - 30 satır, dağıtabilse bezginliğinizi; sözcüklerim dertlerinizden azat edebilse sizi...
Bu yazı, bunları yapamasa da şunu söyleyebilir:
Artık finali gördük; infaz mangasının önünden döndük.
Şimdi hayatı daha iyi tanıyoruz. Ona, yeni doğmuş bir bebeğin memeye sarıldığı andaki kadar tutkuyla sarılabiliriz yeniden...
2011 yılı geldiğinde geriye dönüp şöyle diyeceğiz:
"Yıl 2001'di, hiç unutmam; acılarımız o yıl başlamıştı. Her şeyin bittiğini sanıyorduk. Meğer kurtuluşun başladığı tarihmiş.
Acılarımızdan feyz alarak, onlarla kanatlanarak silkindik suskunluğumuzdan... Ayakta durmaya mecali kalmamış köhne bir sistemi değiştirmeye o yıl başladık. Yaralı parmaklarımızdan zincirleri çıkardıklarında yaşama sevincimizi hala kaybetmemiştik.
O sayede kederimizin üstesinden geldik. Ve kaderimizi yendik".
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:05 am

KAYBETMEDEN BIR KEZ DAHA DÜŞÜNÜN

Terentius, "Onunla her seyi paylasmak zevkinden mahrum kalinca, hiçbir
zevki
tatmamaya karar verdim"
demis, yitirdigi bir dostunun ardindan.

Nasil bir insandan bahseder Terentius? Karsisinda zavalli gibi görünmekten
korkmadigimiz, bizi degistirmeye degil
zenginlestirmeye çalisan, yargilayan degil, kendimizi sorgulamamiza yardimci
olan biri midir yitirilen?

Sabahin 3'ünde çaldigimiz kapisini açtiginda, tek kelime etmeden kollarina
atilip aglayabilecegimiz bir insan midir Terentius'un acisini bu sekilde
dillendiren?

Nedenlerini merak etse de, göz yaslarimizin dinmesini bekleyecek kadar
anlayisli, titrek sesimiz ve telasli cümlelerimizi sükunetle dinleyecek
kadar sabirli, acimizin bir kismini kendine yük edinecek kadar cömert ve
yürekli insanlar midir dost diye seçtiklerimiz?

Sadece sohbeti degil, sessizligi de s¹k¹c¹ olmayan ;yalnizligimizi unutmak
için varligi, eksikligini hissetmemiz için yoklugu kafi gelen insanlara mi
dostum deriz?

Basimiza gelen güzel bir seyin coskusu yüregimize sigmadiginda, saate
aldirmayip telefona sarildigimiz ve karsimizdaki uykulu sese "Kulaklarina
inanamayacaksin! " diye bagirdigimizda, "Sabahi bekleyemez miydin?" demeyen
biri midir gerçek bir dost?

Güzel bir film izledigimizde, keske O da olsaydi dedigimiz,okudugumu z bir
kitaptan bahsedebildigimiz ve en mahrem sirlarimizi anlattiktan sonra
rahatça uykuya dalabildigimiz bir sirdas midir yoksa?

Konusurken gözlerimizi kaçirmadigimiz, kendimizi saklamadigimiz ve yüzümüze
en aci gerçekleri haykirirken bile darilmadigimiz yalnizligimiz midir dost
dedigimiz insanlar?

Ne bileyim, ayni fikirde olmasak da uzlasabildigimiz, köprüleri atmadan da
tartisabildigimiz, her savastan birlikte ve biraz daha güçlenmis baglarla
çiktigimiz insanlar midir dost payesi verdiklerimiz?

Tanidigimizi sanirken, daha kesfedilmeyi bekleyen nice el degmemis duygular
ve düsünceler tasidigini gördügümüz ; sürekli bizi sasirtan kendimiz midir
onlarda sevdigimiz?

Aristo hakli midir ; "Dostluk bir ruhun iki ayri bedende yasamasidir" derken
ve Terentius, baska bir bedende topraga verdigi
ruhunun yasini mi tutmaktadir?

Paylastigi her seye ölüm de mi dahildir?

Acaba, neyi kaybedecegini, dostu ölmeden önce farketmis midir? Ya biz;
herseyi paylasmanin, iddiali ve gerçek disi geldigi
günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?

Ya da adimizin önüne dost sifati koyan insanlar var midir hayatimizda?
Yoksa kendimizi sevmeyi basaramadigimizdan, sasiriyor muyuz bizi sevdigini
söyleyen birinin varligina, inanamiyor muyuz yanimizda kalmasina ve
uzaklastiriyor muyuz içten içe bizi sevmesini istedigimiz insani
kendimizden?

Ve bir gün, bir el daha kayip gittiginde avuçlarimizdan, kendi mezarimizin
basinda aglayacagimizi biliyor muyuz? Is isten geçmeden önce tesekkür
edebiliyor muyuz sevdigimize, hiç degilse bizi sevdigi için.

CAN DUNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:06 am

Aç Gözlerini

En sevdiğin elbiseni giydim
Bu gece kokunu sürdüm
Solgun yüzünü okşadım
Sessizce saçlarından öptüm
Yazdığın mektupları okudum
Kana kana su içer gibi
Plaklarını çaldım ah!
En çok o şarkıda özledim seni.

Issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum
gece yarısı
Şehir uykuya daldı, baktım dışarıya
katran karası
Rüzgar telaşla kokunu getirdi bana
aldım koynuma
Buseni hafızamdan koparıp
iliştirdim dudaklarıma
Üşüdüm karanlıkta
Tenine dokundum hissetsin diye
Aç gözlerini

Erguvanlarına su verdim
İçerken benimle konuştular
Yastığını okşadım, kokladım
Anılar uçuştular
Soluğun saçlarımı yaladı sanki yine
bir meltem gibi
Teninin kokusu karıştı kokuma
Yakıştılar

Boğuldum karanlıkta
Yanı başımdasın benden çok
uzaklarda
Ellerimi tut dokun bana
Aç gözlerini.

Attım kendimi caddelere
Yeşil ceketin sardı beni
Yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz
Tuttum ellerini.


Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:06 am

Eğer ;

O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...

sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,

ve O, her durduğunuz yerde duruyor,

her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,

hüzünlendikçe ağlıyorsa...

dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu

bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...

hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,

O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...

her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...

her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...

bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez

özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,

iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...

iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...

eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın

O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...

kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...

özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...

hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...

O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,

vuslat sehere denkse...

gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;

bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...

uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...

dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,

bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...

Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,

sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...

...o halde bugün sizin gününüz!..

"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:06 am

Şehir Kimi Sever

Duvarlarda dev reklam panolarında iddialı bir tespit göze çarpıyor:
"Şehir güçlüleri sever."
Gün boyu güçsüzler geçiyor afişin altından; işsizler, yoksullar, itilmişler...
Şehrin sevmedikleri, kustukları...
Afiş, kentin tercihini ele veriyor.
Sıradan bir reklam değil bu; bir arabadan fazlasını, bir yaşam biçimini, bir iktidar tercihini, bir ideolojiyi pazarlıyor.
Güçlüyü kutsuyor; ama ne demeli, çoğu reklam gibi nabzı doğru tutuyor.

***

Gerçekten de güçlüleri seviyor şehir...
Bir zamanlar kızları için ilim, irfan, itibar sahibi kısmet niyaz eden analar, para, şöhret, iktidar sahibi damat aramaya başladığından beri böyle bu...İktidara varmanın yolu ortak akıl üretmekten ziyade, güç ittifakları kurmaktan geçtiğinden beri böyle...
O zamandan beri, güce tapan şehir Polat'a özeniyor, Sinan'dan, Yahya Kemal'den, Münir Nurettin'den çok....
"Gücü gücü yetene" diyen bir zihniyet, güçlü olanı haklı olana yeğliyor.
En sportmen, en centilmen olan değil, topa sahip olan ya da topa en güçlü vuran çocuk takım kaptanı seçiliyor.
Kick boks maçları, bilgi yarışmalarından fazla seyirci buluyor.
Hürriyet, itaat karşısında değer kaybediyor.

***

Şehir güçlüleri seviyor ama karşılıksız bir aşk bu...
Güç sahiplerince işgal edilmiş sahillere bakın; en güçlü şirketlerce toprağa gömülmüş zehirli varillere... nefret kusan tribünlere... kan kokan ortaokul kantinlerine... tinerci çocukların yattığı sidik kokulu bankamatik kulübelerine... meydandan kadın kaldırıp kuytuda tecavüz eden küçük "iktidar sahipleri"ne...
Güçlüler şehri sevmiyor, şehrin güçlüleri sevdiği kadar...

***

Bir başka reklamda pencerenin pervazına yakıştıramadığı, güçten düşmüş kocasını değiştirmeyi düşünüyor bir kadın...
Bir diğeri, en güçlü saydığı marka karşısında herkesi susmaya davet ediyor.
İşaretparmağıyla dudakları kilitleyen o işareti iyi tanıyoruz biz...
Evde, camide, okulda, kışlada, hastanede hep o işaretle büyüdük.
Kötü anılarımız var o suskunluk çağrısında...
Gücü seven şehirler, acizleri susturup, vefayı camdan atarak yıkılmaz gibi görünen bir hiyerarşi yarattı.
Hepimizi güçlünün haklılığına, büyük balığın küçük balığı yuttuğuna inandırdı.
Nihat Genç'in "Öyleyse niye Karadeniz bir hamsi cennetidir?" sorusunu duymadı.
Cevaba aldırmadı.

***

Sadece kentte değil, dünyada da bedelini ödüyoruz bu güç takıntısının...
Celladına âşık bir idam mahkûmu gibi işgale uğramış halklara karşı haksız işgalciyi alkışlıyoruz.
Gücümüz yetmiyor güçlünün gücünü kırmaya...
Oysa güç, sorunlarımızın çözümü değil, nedeni...
Sokaktaki şiddetin de, lisedeki vahşetin de, ekrandaki kirliliğin de sorumlusu varoluşu güce dayandıran bu zihniyet...
Hep bir olup bu algılamayı kırmak, gücün yerine kolektif aklı, zorun yerine dayanışmayı koymak zorundayız.
İtibarın kaynağı servet değil, yetenek olmalı.
Kaba kuvvet değil, ince zekâ, üstün yetenek fark yaratmalı.
Şiddetin yerini merhamet almalı.
Tahsil, cehalet karşısında eski itibarına kavuşmalı...
Daha çok araba satmanın yolu da buradan geçiyor, daha huzurlu bir kente ve dünyaya kavuşmanın da...

***

Şehir güçlüyü seviyorsa varsın sevsin.
Ben adaletin şehrine aidim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:06 am

Bavulları hep toplu durmalı insanın...
Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...
Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vaz­geçmeli...
İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...
Yalnızlığa alışmalı...

* * *

Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet­lerinden biri artık...

Bireyin keşif çağı, geride kı­rık dökük yalnızlıklar bıraktı.

Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.

* * *

İşte o yüzden alışmalı yalnız­lığa...

Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşı­lan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...

Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...

"Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşmılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...

Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim­se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya­cak..."

Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...

* * *

Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.

Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.

O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...

Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he­saplaşmaya çalışmalı...

Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol­malı...

Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...

Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

* * *

Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...

Yollarla barışmalı...

Yalnızlığa alışmalı...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:06 am

YARIM HAZİRAN

Kimbilir kaç baharı birlikte uğurladık seninle...
Kimbilir kaç yazı karşıladık kan ter içinde...
İlhamısın ergenlik şiirlerimin, o ilk Haziran’dan beri...
Yaşgünlerimin fener alayı, ilkyaz günahlarımın tanığısın...
Tanığısın yüzüme düşen gözlerin, terime değen ellerin...
Senle başlayıp, sende bitirdim bunca yılı...
Sendin hararetli yılsonu muhasebelerimin değişmez takvim yaprağı...
Tutkunum sana... Sadık, itaatkar ve hayran...
Yarım Haziran...

Hasretle bekleyip, iple çektim gelişlerini çoğu zaman...
Sen hep iki bahar arasında, hazlar zamanı çıkageldin;
eteklerinde ilkyaz coşkuları ve isyanlarla...
Haziranlarda aşık, haziranlarda pişman, haziranlarda ergen oldum.
İşte burada yıllar yılı getirip, iadesiz taahhütsüz önüme atıverdin eski yaşlar...
Kimi hakkınca yaşanmış, kimi belki hiç yaşanmamış... Kimi çocuk, kimi genç, kimi olgun...
Her serin baharın ardından yaz kokulu, yıldızlı müjdeler taşıdın bana...
Hararetli ve çıplak Temmuz akşamları vadettin...
peşisıra hazan geldiğini hissettirmeksizin bir süre...
Gün oldu tomurcuk olup çiçek boyverdin;
gün oldu şiddet yüklü bir öfke bulutuna tutunup seller yağdırdın
gecikmiş bahar dallarının üzerine... hazırlıksız... insafsız...
Öncesiz ve sonrasız aşklarda oyaladın beni...
kimi gerçek çoğu, çoğu yalan...
Zamanla ibadet eder gibi sevmeyi öğrettin; üzerine kırağı düşmüş beyaz bir gül kadar taze...
bir o kadar kusursuz...
Anladım ki, Haziran’da sevmek yaman...
Yarım Haziran..

Ocaklar kurdum sıcacık... Aşım, eşim, işim oldu katıksız, riyasız...
Oğullar ve gecikmiş heyecanlar verdin bana...
Gidemediğimiz uzak denizleri çocuklarımıza isim yaptık...
onlar yüzsün diye yüzemediklerimizi...
Geride kırık dökük onlarca Haziran bırakarak karşıladık yarınları...
Ve sen bağışladın hatalarımı yılsonu bilançolarında...
Sorguda ele vermedin beni... Tanıyamadılar kimlik tesbitinde bedenimi, kalbimi...
Kimbilir kaç sırrı sakladın... Kaçını ele verdin o gecikmiş hesaplaşmalarda...
Sen ilkyazdan alıp güze açarken kapılarını...
ben yazın sarhoşluğundan sonbahar serinliğinden aydım.
Seni beklerken kendime vardım.
Yadsıyamam, Sevildim ve sevdim çoğu zaman...
Müsebbibi sensin... Yarim Haziran! ...
Yaşım büyüse de büyümedi içimdeki çocuk...
ama zamanla olgunlaştı Haziranlarım...
Yeni gelenler sonbahara daha yakın şimdi...
Eski mektuplar ve sepya renkli fotoğraflarla dolu bir albümde hayatım... Haziran doğumlu...
Kulağımda bir şiir Hasan Hüseyin’den artakalan:
Sokaktayım/gece leylak ve tomurcuk kokuyor/yaralı bir şahin olmuş yüreğim/ uy anam anam.../
Haziran’da ölmek zor”...
Lakin doğmak da zor Haziran’da...
Yaz kapıyı çalsada;
biliyoruz sonu hazan...
Yine de seviyorum seni...
Yarım Haziran! ...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:07 am

YALANCI BAHAR

Yalancı bahar Kaç baharı gerçek sanıp kandık söylesenize... Kaçına'Nihayet'
hasretle kucak açtık ve kaçında yanıldık...
Kaç kez ayaz vurmuş dallarımızda filizlerimiz söndü. Yine de uslanmadık.
Yine geveze bir dosta sırlarımızı açar gibi açıldık yalancı bahara...
Yine yanıldık.
Peşinden bastıran tipiyle ayıldık.
Ne yapalım ki, dalında patlamayı bekleyen bir tomurcuk gibi susamıştık ilkyaza...
Kaç zaman olmuştu kendimizi güneşin kollarına bırakıp,
ormanda yayılan kekik kokularıyla sarhoş olmayalı...
Tahmin ediyorduk, üzerimize katran rengi bir
kafes gibi çöken bulutların ardında güneşin gülümsediğini...
Daha ilk ışınları deler delmez kafesi, açtık iştahla ruhumuzun
pencerelerini...
Bahar öyle kolay gelmezdi aslında; biliyorduk; yanlış
baharlarda az mı ayaz yemiştik.
Kaçımız mart güneşine aldanıp açılmış ve kara kafesin ağına düşmüştü yeniden...
Bahar, ilan ı aşk mevsimiydi, astık aşklarımızı ilan
panolarına, sevdalar yasakken daha...
Bahar, barışın mevsimiydi; müjdeledik barışı, silahlar konuşurken hâlâ...
Söyledik, ancak yazın söylenecekleri, güneş henüz toprağı ısıtmamışken...
cemreler düşmemişken ilkyazın koynuna...
Yalanmış meğer bahar; daha vakti değilmiş, aşkın da barışın da...
Güneşe kananlar, yazı beklerken bahardan oldular; kesildi sesi soluğu, erken öten horozların...

İyisi mi itirafçı olalım; biliyorduk 'İşte bahar' derken, ardından gelecek ayazı...
Yalan bu çıkma demişti temkinliler, tedbirliler, 'çıkarken üstüne kalın bir şey al'anlar,
'başına bir iş gelmesin'den ürkenler...
Ama bahar, olanca işvesiyle sokağa çağırıyordu.
Aşk, ilan panosuna asılmayı bekliyordu, barış bir kuş gagasında müjdelenmeyi...
'Erken mi geç mi' hesabına gelmezdi ikisi de... Peşlerine düşülmeli, ilan edilmeli,
müjdelenmeliydiler.
Güneşi görür görmez seranada ve barış türkülerine başladık. Vakti gelmeden açıldık,
geç kalmadan davranma telaşında...
Erkenmiş.
Kursağımızda kaldı bahar sevinçleri...
Erken öten horozlar, erken açmış çiçekler, erken doğmuş bebekler gibi kesildik, solduk, öldük.
Yine tedbirliler ulaşacak salimen yaza; biz yakalandık, zalim ayaza...

Ama itirafçı olsak da pişman olmadık.
Az da olsa ısındık hiç olmazsa... Vakitsiz de olsa söyledik, söylenmesi gerekeni...
Bahar yalan mıymış gerçek mi dinlemedik. Güneşin ilk dokunuşuyla haber verelim dedik,
ardından gelecek müjdeyi...
Aşk için erkendi belki, barış henüz uzak...
ama ikisi de gelecekti nasılsa sonunda...
Hep bildik ki, habercisidir yalancı bahar, sahicisinin...
Bazen vaat, hediyeden de kıymetlidir.
Kesilmeyi göze alıp erken ötmek yeğdir çoğu zaman, susup doğru zamanı kollamaktan...
Sonunda olan yalana kananlara olur, onlar müjdeledikleri şeyi göremeden giderler.
Lakin çoğu buna gönüllüdür.
Güneşe en erken onlar dokunmuşlardır, elbet en erken yanan onlar olacaktır.
Belki 'İkinci Bahar'ı yaşayanlar bilir kıymetlerini...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:07 am

ERKEK DEDİĞİN

Seni elinin tersiyle değil avucunun içiyle kavrayacak. Bileceksin ki emin ellerdeyim, başkası tutamaz elimi böyle. Rahat olacaksın yanında, çok konuşmayacak, beynini didiklemeyecek. İnce olacak; seni senin kadar düşünecek. Sen onu merak ettiğinde kendisine hesap soruluyor havalarına girmeyecek.

Senin inceliğine karşı umursamaz sözler sarf etmeyecek. Adamın
sinirini bozmayacak, cinlerini tepesine çıkarmayacak, sanki sen onun
için varmışsın her ne zaman istese emrine amadeymişsin, o ne yaparsa
yapsın her istediğinde yanında elinin altında olacakmışsın triplerine girmeyecek. Sen ona sevgini hissettirdiğinde, sen ona kayıtsız şartsız aşıkmışsın gibi havalara girmeyecek.
Erkek dediğin ilgi gördüğünde ilgiyle, sevgi gördüğünde sevgiyle
karşılık verecek. Erkek dediğin, sen onun için kendine baktığında, sırf ona
daha güzel görünmek için giyinip kuşandığında hiçbir şey olmamış
gibi davranmayacak. Ruhunu okşamasını bilecek. Romantik olacak kimi gün habersizce kucağında çiçeklerle çıkıp gelecek. Özel günleri unutmayı marifet sanmayacak. Kayıtsız olmayacak senin bütün zerafetine karşı. Gerçekten seven bir kadin sevgi ve ilgi bekler, erkeğine verdiği aşkın karşılığında küçük bir tatlı söz, kısa bir mesaj, bir çağrı bile onu mutlu edebilir. Erkek dediğin bütün bunları cebinden para harcıyormuş gibi cimrilikle yapmayacak. Ben aranmayı, çok aramayı sevmem demeyecek. Her şey kendi istediği gibi olsun istemeyecek. Sadece kendi canının istemesine bağlamayacak her şeyi.
Erkek dediğinin, hissettiğiyle yaptığı şey arasında uçurum olmayacak. Cesur olacak cesur. Seni seviyorum derken korkmayacak, başka şeylerin arkasına gizlenmeyecek. Seviyorum deyip bir sonraki perdede kaçmayacak, özlüyorum diyorsa gelecek, kaybetmek istemiyorum diyorsa kaybetmeyecek.
Erkek dediğin aşkına sahip çıkacak. Korkak olmaz erkek dediğin.
Erkek dediğin iyi sevişecek. Koyun gibi yatmayacak, bir an önce şu iş bitse demeyecek. Aşksız yatmayacak yatağa ve sen bunu bileceksin. Bir baba şefkatiyle seni alnından öptüğünde bileceksin ki sevgisi geçici ve zayıf değildir. Ve sevgiyle öptüğünde dudaklarından bileceksin ki öpüşün tek sebebi şehvet
değildir.
Erkek dediğin aldatmayacak. Aldatmak basitliktir. Seviyorum diyorsa aldatmaz erkek dediğin. Aldatıyorsa sevmiyor demektir.
Erkek dediğin yakışıklı olacak, çekici olacak ama bundan çok daha öte bir
şey...Zeki olacak.
Kadının küçük yalanlara, bahanelere inanmayacağını, kendisini kendi gibi tanıdığını bilecek. Kadının zekasını küçümsemeyecek kadar zeki olacak. Zeki olacak, seni bir hamur gibi karmasını bilecek, o hamura kendisi katmasını da. Değerlerini bir anlık hevesler uğruna satmayacak. Namussuzluğunu, ahlaksızlığını ancak ve ancak seninle yataktayken kullanacak. Yan gözle hatun kesmeyecek, üstüne sevgili edinmeyecek.
Erkek dediğin önce kendini sevecek. Kendini sevmeyen erkekten kimseye hayır
gelmez. Bir bakarsın ki yıllar sonra bu adamla ne yatağa sığıyorsun, ne toprağa... Koluna girip gezmesini bileceksin gururla, koynuna alıp sevişmesini de. Babalığını da bilecek, ana-babaya hürmet etmeyi, kadir kıymet bilmeyi, vefakarlığı,fedakarlığı... Erkek dediğin seni koruyacak, kuşatacak. O nerede olursa olsun seni koruyacağını bileceksin. Pısırık olmayacak erkek dediğin.
Erkek dediğin erkek olacak güzelim.
Seni sadece sen olduğun için sevecek. Parayla pulla, kariyerle, güçle, kimin ne dediğiyle hareket etmeyecek.
Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem dostun, hem baban, hem çocuğun
olacak, huzurla bağrına basacaksın.


CAN DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:07 am

Canta

Genc yonetmen yeni filmi icin yuzu duzgun, kamera karsisinda rahat, dus gucu geliskin bir kadin oyuncu ariyordu.
Gazeteye ilan vererek adaylari davet etmisti.
Gun boyu pes pese girdigi mulakatlardan yorgundu.
O, kendine yeni bir kahve koyarken, siradaki oyuncu adayini iceri aldilar.
Alimli genc kiz, yuzunde merakli bir tebessumle deneme kamerasinin karsisina oturdu ve yonetmenle sohbete basladi.
Adi Emile Muller di.
Kisa hasbihalden sonra yonetmen degisik bir sey denemis olmak icin
"Cantanizi acip bana icindekileri birer birer anlatir misiniz?" dedi.
Genc kiz arkadaki cantaya uzandi. Fermuvarini acti.
Once eline gelen iri kirmizi elmayi cikarip anlatti:
"Bu elmayi sabah tezgah basinda meyvelerini parlatirken gordugum manav hediye etti. Cok istahli bakmis olmaliyim."
Sonra bir kitap cikardi.
Henuz kitabin ilk sayfalarinda oldugunu ve okudugu satirlardan cok
etkilendigini anlatti. Romanin bas kahramaninin dalaverelerinden soz etti.
Ardindan bir gazete cikardi:
Is araniyor ilanini orada okumustu. Listede, basvuracagi baska isler de vardi.
Sonra makyaj cantasi, ajandasi ve not defteri...
Yonetmen, bu sonuncudan rasgele bir sayfa cevirip okumasini isteyince defteri acip mahcup bir edayla okudu genc kiz...
Ozel duygulardi okuduklari...
Derken cantanin gizli bolmesine atti elini...
Oradan iki fotograf cikardi.
Biri uyuyan genc bir adam fotografiydi:
"Sevgilim" diye acikladi:
"Fotograf cektirmeyi hic sevmez de... Ancak uykudayken cekebiliyorum fotografini..."
Ikinci fotografin annesinin evlenmeden onceki hali oldugunu soyledi.
O halini simdikinden daha cok seviyordu.
Genc kizin, cantadan cikarip buyuk dogallikla anlattigi her bir nesne, bir yapbozun parcalari gibi onun hayatindan kesitler sunuyordu.

* * *

Bu oyun, 15 dakika kadar surdu.
Sonunda yonetmen Emile e tesekkur etti.
Cikarken kapidaki gorevliye telefonunu birakmasini soyledi.
"Arkadaslar gelecek hafta sizi arar" dedi.
Emile cikarken, yonetmenin asistani girdi iceri...
Disarida bekleyen daha pek cok aday vardi.
Yonetmen gerindi. Kisa bir mola vermek istedigini soyledi.
Hala aradigini bulamamisti.
Yeni bir kahve doldururken karsisindaki sandalyeye asili cantaya ilisti gozu...
Biraz once icindekilerin birer birer anlatildigi cantaydi bu...
Telasla asistanini uyardi:

"Giden kiz cantasini unutmus, hemen kosup yetistirsene..."
Asistan kiz sandalyeye bakti ve
"Yoo... O benim cantam" dedi.
Yonetmen, koltugundan ok gibi firlayip kapiya segirtti.
Aradigi oyuncuyu bulmustu.

* * *

20 dakikalik bu siyah - beyaz Fransiz filmini gecen hafta, 10. Avrupa Filmleri Festivali nde izledim.
Kisa filmin adi, filmdeki kizin adiydi:

"Emile Muller"

Yonetmeni: Yvon Marciano...

Konusu: "Hicbir guc, dus gucu kadar guclu degildir."

Can Dundar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:07 am

Henüz 18 ini yeni bitirmiştin, enerji ve umutla dolu hayata başlamaya hazırdın... Ne oldu? İstemediğin bir okula girdin. İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Sevmediğin bir bölümde senelerini harcadın… Ayaklarını sürüye sürüye gittin derslere... Çalışmak istemedin ama yine de zorladın kendini... Güç bela bitirdin sonunda... Ne ailen, ne de arkadaşların görmedi yaptığın fedakârlığı... Alkışlamadılar seni, omuzlarının üzerine çıkarmadılar, madalya takmadılar... Enerjin çoktan tükenmeye başladı bile... Kimse bilmez nasıl kendini feda ettiğini... Ruhunu teslim ettiğini... Gençliğini tükettiğini... Şimdi iş bulman gerek... Para kazanman, araba alman, ev alman gerek... İstemediğin bir işe girdin... Böyle olması gerekiyor diye... Sırf çevrendekiler bekliyor diye... İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için...

Sabahın köründe gidiyorsun işe... Sevmediğin insanlar ile gününü harcıyorsun... Heyecan duymadığın işlerle zamanını geçiriyorsun... Yarının gelmesinden nefret ediyorsun... Sevildiğini hissettin mi peki? Ya saygı? Bitti mi insanların istekleri? Özgür müsün artık? Hayır, hala özgür değilsin... Şimdi evlenmen gerek... Öyle ya yaşın geçiyor, evde mi kaldın ne? Arıyorsun etrafında uygun birisini, artık evlenmeliyim diyorsun... Acaba gerçekten istiyor musun? Sana uygun birisini buldun işte, boyu boyuna, mesleği mesleğine, parası parana göre... Peki ya kalbin? Düğününden bir gece önce sessizce itiraf ettin kendine, ya doğru kişi değilse? Belli ki hazır değildin bu evliliğe... Evlenmek için evlendin... İnsanları mutlu etmek, saygı kazanmak, sevilmek için... Mutlu oldun mu peki? Kalbin heyecanla doldu mu? Akşam eve koşarak döndün mü? Sevildiğini hissettin mi? Seviştin mi tüm varlığınla?

Daha evleneli bir sene dolmadı, insanlar çocuk demeye başladılar... İstedin mi gerçekten bir çocuk sahibi olmayı? Hazır mısın bir canlıyı yetiştirmeye? Söyle bana ne verebilirsin bu küçük insana? Hayatı kendi gözlerinle hiç yaşadın mı? Ne istediğini biliyor musun? Ya istemediğini? Hiç risk aldın mı? Sen hiç kendin için bir şey yaptın mı? Çocuğun bir gün sorarsa Özgürlük Nedir? Ne cevap vereceksin? Sen hiç özgürlüğü yaşadın mı? Evliliğinde problemler yaşıyorsun...

Sevmediğin bir insanla cehennemi paylaşıyorsun... Boşanmak fikri kafana gelip gelip gidiyor... Cesaret edemiyorsun... İnsanlar ne der diyorsun... Gene kendi duygularının üzerine bir duvar örüp başka insanlar için evliliğinde kalıyorsun... Fedakârlığını gören biri var mı? Yaşadığın ıstırabı senin gibi yaşayan? Korkuların seni hapsetmiş, her geçen gün etrafına bir duvar daha örüyorsun. Sevilmeme korkusu, yalnız kalma korkusu, başarısız olma korkusu, saygınlığını yitirme korkusu ve daha neler neler... Hayatında hiç korkmadığın bir gün oldu mu? Cesaretle atıldın mı hiç, ya bilmediğin bir dünyaya girdin mi? Sevilmemeyi göze aldın mı hiç? Gülünç duruma düştün mü? Ağladın mı doyasıya, insanlara aldırmadan?

Acı çektin mi hiç, hani öleceğini düşünecek kadar... Ve iyileşmeyi başarabildin mi hiç? Yaş erdi kemale diyorsun, bu saatten sonra benden ne köy olur ne kılavuz. Umutların tükenmiş, hayallerin yıkılmış... Koca bir ömür başka insanların kontrolü altında geçip gitmiş. Alışmışsın artık bu düzene, artık istesem de çıkamam diyorsun... Ve gene kendin için bir şeyler yapmaktan vazgeçiyorsun... Ne olurdu istediğin okula gitseydin... Kim ne derse desin, ressam olsaydın... Müzisyen, Arkeolog, Sanatçı, Sporcu olsaydın... Hayattaki büyük adımları ancak hazır olduğunda sen istediğin için atsaydın... Ne olurdu biraz risk alsaydın? Biraz kendine güvenseydin? Biraz kendine inansaydın? Ne olurdu seni çepeçevre saran zincirleri kırıp, önündeki duvarları aşıp, kendin olabilmeyi başarsaydın? Kim ne diyebilirdi sana? Gene kimse madalya takmazdı, gene kimse alkışlamazdı, gene kimse seni omuzlarının üzerine çıkarmazdı...

Ama sen kendine saygı duyardın! Haydi, şu anda şu dakika bir daha bak hayatına... Bu sefer kendin için bir şeyler yap... Bırak insanlar sevmesin seni, bırak senin mutsuzluğundan mutlu olmayıversinler, bırak takdir etmesinler, onaylamasınlar, bırak dedikodunu yapsınlar, itiraz etsinler... Hayatında bir kere olsun bu riski al! İstediğin mesleği yap... Zevk al ürettiğin işten... Uçarak git işine... Keyif al birlikte çalıştığın insanlardan... Yaşamını kendin SEÇ ve MUTLU OL seçtiğin bu yaşamdan... İstediğin insan ile istediğin zamanda evlen... İster 20 inde ol, ister 50 inde... Senden başka kim bilir doğru insanın kim olduğunu ve doğru zamanın ne zaman olduğunu?

Dinleme başkalarını... Evlenmek için hiç bir zaman geç sayılmaz... Ve hatta istiyorsan asla evlenme... Bu yaşam senin ve ıstırabını da, mutluluğunu da yaşayan tek sensin... İstediğin zaman çocuk yap... Kendini hazır hissettiğinde, yaşama bir canlı getirmek istediğinde ve o çocuğa verecek bir şeylerin olduğunda... Ve hatta istemezsen hiç çocuk yapma... İstiyorsan başka bir şehre taşın, başka bir ülkeye, başka bir kıtaya... Mecbur değilsin bu şehre tıkılıp kalmaya... İstiyorsan yeniden okula başla, yeni bir meslek, yeni bir hayat, yeni ben diyerek kendin için yaşa... Şimdi soruyorum sana... Ne zaman kendin için bir şeyler yapacaksın?

CAN DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:08 am

Can Dündar'dan olgunluk üzerine...

........20 li yaşlara kadar iyilikle kötülüğün ülkesi, kalın
sınır çizgileriyle ayrılıyor birbirinden. Sıkı
dostları ve düşmanları oluyor insanın. Onları ölesiye
seviyor ya da ölesiye nefret ediyor onlardan.

30 larında yalanı hakikatten ayırt etmeye başlıyor.
İyi sandıklarının hıyanetiyle tanışıyor, sırtında dost
işi hançer darbeleriyle; ve en kötü zannettiği
şefkatle imdadına yetişiveriyor.

Zaman kanatlanıp da 40 ına yaklaştığında
insan, iyiyi kötüden ayıran hudut çizgilerini birbirine
karıştırıyor. İyilere nakşolmuş kötüyü ve kötülerin
içindeki iyiliği de keşfediyor ademoğlu. Anlıyor ki,
iyi insan/kötü insan yok; insanın içinde iyilik ve
kötülük var, kötüyle iyi panzehiri değil birbirinin;
kankardeşi.
İyilerle kötüler çekiştirmiyor ipi. İyilik ve
kötülükten örülmüş ibrişimin kendisi.


Bunu anlayınca şaşmıyorsun nefretin birden şehvete
dönüşmesine; acı girdaplarının içinde hazzın
raksetmesine.
Tevazuyla gurur, haysiyetsizlikle onur el ele
yürüyor.
İnsan, şuuraltındaki isyankarla sahtekarı, günahkarla
tövbekarı birarada farkediyor.
Benim, hükmeden ve boyun eğen, zulmeden ve acı çeken.
Bunca şiddet kadar onca merhamet de benim eserim.
Minneti nefrete, korkuyu cesarete, zaferi hezimete
bulayan benim.
Kundak bezime tıpatıp benziyor kefenim,
hayatım muhteşem ve sefil, mağrur ve rezil, hayasız
ve asil.
Ben, hem örs hem çekicim.

İşte bu keşif kolaylaştırıyor yaşamı..
Anlıyorsun ki toplumlar gibi insanlar dakanlı iç
savaşlarına borçlu ilerlemesini..

O zaman , iyileri kötülerden ayırmak gibi nafile bir
uğraşı bırakıp -başta kendin olmak üzere- insanların
içindeki iyiliğin peşine düşüyorsun; kıymet bilmeyi ve
-yine başta kendin olmak üzere- herkesi hoş görmeyi
öğreniyorsun.

Tükendikçe pahalanıyor zaman; günler azaldıkça
uzuyor. Saçların gibi, seyreldikçe değerleniyor dostların.
Günahları ve zaaflarıyla da övünüyor insanlar;
sevapları ve zaferleri kadar.

Önemli değil kaç kez yenildiğin; önemli olan, kaç
yenilgiden sonra yeniden doğrulabildiğin.

Bu paramparça ruhlardan, çelişkili duygulardan,
çatışmanın açtığı yaralardan mucizevi bir ahenk
çıkıyor ortaya

ki olgunluk diyorlar adına.....
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:08 am

Dostluğun tanımı

Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanin.

Nerden çıktın bu vakitte dememeli bir geceyarısı.

Telaşla yataktan fırladığında gözünün dilini bilmeli.

Dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı.

Arka bahçede varlığını sezdirmeden mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında.

Sen her daim onun orada durduğunu hissetmelisin.

İhtiyaç duyduğunda gidip Müşvik olurcu gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.

Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin basına omuz, yaprakları kanayan yarana merhem olmalı.

En mahrem sırlarını verebilmelisin, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin.

Gölgesinde serinlenmelisin.

Sorgusuz sualsiz onca dalkavuk arasında bir tek o sözünü eğip bükmeden söylemeli.

Yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

Alkışlandığında değil sadece asil yahalandığında yanında durup koluna girmeli.

Övmeli alem içinde, başbaşayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının, günahlarının yegâne şahidi.

Seni senden iyi bilen sana senden çok güvenen bir sırdaş.

Göz bebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin ve sen ağladığında da onun gözbebeklerinden gelmeli yas.

Yıllarca ayni ip üstünde çalışmış cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri.

Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya yenildik sayılmayız diyebilmeli.

Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda küçük bir kâğıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı yüreğe benzer bir tasa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz.

Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:08 am

KAYBETMEDEN BIR KEZ DAHA DUSUNUN

Terentius, "Onunla her seyi paylasmak zevkinden mahrum kalinca, hiçbir
zevki
tatmamaya karar verdim"
demis, yitirdigi bir dostunun ardindan.

Nasil bir insandan bahseder Terentius? Karsisinda zavalli gibi görünmekten
korkmadigimiz, bizi degistirmeye degil
zenginlestirmeye çalisan, yargilayan degil, kendimizi sorgulamamiza yardimci
olan biri midir yitirilen?

Sabahin 3'ünde çaldigimiz kapisini açtiginda, tek kelime etmeden kollarina
atilip aglayabilecegimiz bir insan midir Terentius'un acisini bu sekilde
dillendiren?

Nedenlerini merak etse de, göz yaslarimizin dinmesini bekleyecek kadar
anlayisli, titrek sesimiz ve telasli cümlelerimizi sükunetle dinleyecek
kadar sabirli, acimizin bir kismini kendine yük edinecek kadar cömert ve
yürekli insanlar midir dost diye seçtiklerimiz?

Sadece sohbeti degil, sessizligi de s¹k¹c¹ olmayan ;yalnizligimizi unutmak
için varligi, eksikligini hissetmemiz için yoklugu kafi gelen insanlara mi
dostum deriz?

Basimiza gelen güzel bir seyin coskusu yüregimize sigmadiginda, saate
aldirmayip telefona sarildigimiz ve karsimizdaki uykulu sese "Kulaklarina
inanamayacaksin! " diye bagirdigimizda, "Sabahi bekleyemez miydin?" demeyen
biri midir gerçek bir dost?

Güzel bir film izledigimizde, keske O da olsaydi dedigimiz,okudugumu z bir
kitaptan bahsedebildigimiz ve en mahrem sirlarimizi anlattiktan sonra
rahatça uykuya dalabildigimiz bir sirdas midir yoksa?

Konusurken gözlerimizi kaçirmadigimiz, kendimizi saklamadigimiz ve yüzümüze
en aci gerçekleri haykirirken bile darilmadigimiz yalnizligimiz midir dost
dedigimiz insanlar?

Ne bileyim, ayni fikirde olmasak da uzlasabildigimiz, köprüleri atmadan da
tartisabildigimiz, her savastan birlikte ve biraz daha güçlenmis baglarla
çiktigimiz insanlar midir dost payesi verdiklerimiz?

Tanidigimizi sanirken, daha kesfedilmeyi bekleyen nice el degmemis duygular
ve düsünceler tasidigini gördügümüz ; sürekli bizi sasirtan kendimiz midir
onlarda sevdigimiz?

Aristo hakli midir ; "Dostluk bir ruhun iki ayri bedende yasamasidir" derken
ve Terentius, baska bir bedende topraga verdigi
ruhunun yasini mi tutmaktadir?

Paylastigi her seye ölüm de mi dahildir?

Acaba, neyi kaybedecegini, dostu ölmeden önce farketmis midir? Ya biz;
herseyi paylasmanin, iddiali ve gerçek disi geldigi
günümüzde, sahip miyiz gerçek bir dosta?

Ya da adimizin önüne dost sifati koyan insanlar var midir hayatimizda?
Yoksa kendimizi sevmeyi basaramadigimizdan, sasiriyor muyuz bizi sevdigini
söyleyen birinin varligina, inanamiyor muyuz yanimizda kalmasina ve
uzaklastiriyor muyuz içten içe bizi sevmesini istedigimiz insani
kendimizden?

Ve bir gün, bir el daha kayip gittiginde avuçlarimizdan, kendi mezarimizin
basinda aglayacagimizi biliyor muyuz? Is isten geçmeden önce tesekkür
edebiliyor muyuz sevdigimize, hiç degilse bizi sevdigi için.

CAN DUNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:09 am

Yeni cep telefonuma eskisinin rehberini geçiriyordum dün...
Baktım, bazı isimlerin numaraları duruyor; kendileri yok...
Bir deprem sonrasının hazin sınıf yoklaması gibi:
- Cem Karaca?
- Yok!"
- Barış Manço?
- Yok!
- Erol Mutlu?
- Yok!
- Melih Kibar?
- Yok!

* * *

Sanki mazinin kumsalına yazılmış isimler... Eninde sonunda geleceğini adımız gibi bildiğimiz halde hiç gelmez zannettiğimiz bir dalga geliyor ve yıllar yılı özene bezene sahile işlediğimiz o güzelim yazıları bir darbede siliyor. Kum gibi dağıtıp ummana sürüklüyor. Sonrası boşluk... Sonsuz bir boşluk...

* * *

Yitik dostların, tanışların ekrandaki isimleri üzerinde geziniyor parmağım... "Sileyim mi" diye soruyor telefon...
Başparmağın ucunda bir ömür...
Can, bir tuş mesafesinde...
"Sil" komutuna elim varmıyor.
"Sil"mek ihanet gibi geliyor.

* * *

Rehberim isim dolu... Kimi canlı, kimi ölü... "Sil"meye kıyılamamış nice isim, yaşayanlarla birlikte duruyor orada... "Yaşayanlar" dediğim, sırasını bekleyenler... Kim bilir hangisi, hangisinin ardı sıra... "Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra..."
Kimi vakitli, kimi apansız, bir anda...
Rasgele arıyorum yitenlerden birini...
Gençten bir kadın sesi yanıtlıyor:
"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor."
Gelecekte ulaşılması da mümkün görünmüyor. "Daha sonra tekrar deneyiniz" tavsiyesine gülüyorum.
Denemeye söz veriyorum.
Ölmüş de hafızadan silinmemiş dostlar, ölmeden silinenlerden daha uzun yaşıyor bu rehberde...

* * *

Hep merak ederim:
Nereye gider bu bilgisayarların, cep telefonlarının posta kutularından silinen mesajlar, mektuplar, yazılar...
Onca harf, cümle, satır?.. Sanal âlemin görünmez kablolarına tutunup bir ekrandan yüreklere ulaşan haykırışlar, özlemle tuşlanmış, mesaj kutularında saklanmış aşklar... ne olur silinince?..
Uzay boşluğunda dağılır mı?
Yoksa bir yerlerde saklanır mı?
Bir gün yeniden toplanır mı?
Silinmiş yazılar diyarında...
Bir pişmanlık kurultayında...
Ya ölenler?
Onlar hangi keşfedilmemiş ülkeye gider?..

* * *

Galiba hayattan kayıt sildirdikten sonra ilkin gelip sevenlerinin hafızasına kaydoluyorlar.
Bilgisayar gibi değil insan hafızası...
Bir tuşluk "sil" komutuyla silmiyor sevdiğini... silemiyor.
Emir, ferman dinlemiyor.
Hatıralara sarıp saklıyor orada... anıyor, yâd ediyor, "yaşatıyor".
Belki hiç unutmuyor ve yanına gidene dek orada koruyor. Belki -5-10 yıl
sonra- bir gün "hafızası doluyor", onu silip yerine bir başka ismi yazıyor.
İşte insan asıl o zaman "sil"iniyor.
Sözün özü, demem o ki; Unutmazsak yaşatırız!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:09 am

İhtiyar balıkçı, Karayibler'de 85 gün olta salladıktan ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp 'büyük balık'ı yakalar.

Lâkin kıyıya dönerken, yedeğine aldığı, teknesinden yarım metre daha büyük olan bu kılıç, yol boyu kan kokusuna gelen canavar köpekbalıklarınca didik didik edilir. Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala dev balığın iskeleti kalmıştır.

Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken 'Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş.' diye geçirir içinden. Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler:
'Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...'

Hayat yolculuğumuz da öyle değil midir? Kimi için güzel bir kadındır 'büyük balık', kimi için zengin bir damat... İyi bir hayat... Hayırlı evlat... Ya da müstakil ev, son model araba, sınırsız servet...

Kimi, 'büyük balık'ı hiç göremeden ölür. Kimi, bir kez tuttu mu, bir daha açılmaz hiç... Onunla gömülür.

Kimi ise; yaşam denilen, şakaya gelmez deryanın dalgalarında yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu...

Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar, yitirme ihtimali... Zor bulanlar, çabuk yitirir bazen... Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar.

Yenilgi değildir onlarınki aslında... Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır.

Ama insanlık, kısmen de, onların fazla açılması sayesinde ilerler.

***

Ünlü romanın esin kaynağı olan Kübalı balıkçı Gregorio Fuentes 104 yaşında ölmüştü.

'Ensesinde derin kırışıklıklar olan sıska adam', Küba'da dünyaya veda etmeden önce, Ankara'da hafızama son bir ağ atıp geçmişti.

Bir şişe rom karşılığı çektirdiği son fotoğraflarına bakarken, 'Keşke bu fırtınalı yolculuğun sonunda hepimiz aynı şeyi yüksek sesle söyleyebilsek' dedim kendi kendime:

'Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...'

Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:09 am

Otuzbeşime bastım geçen hafta… İlk yan bitti: Hayat: 1… Ben: 0… Ama belliydi böyle olacağı… Nicedir başlamıştı belirtiler:

Yolda çocuklar “Amca şu to­pu atıversene” diye seslendik­lerinde kuşkulanmıştım ilkin…

Sonra saçlarımdaki beyaz tel­ler tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü…

Baktım, lise fotoğraflarım sa­rarmış, sınıf arkadaşlarım yaş­lanmış. Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur ol­muş… seyahat ve aşk yerine…

Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içindeki uçurt­manın ipini cekercesine…

“Bizim zamanımızda” diye başlayan nu­tuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenle­rinde -hayret! daha dün değil miydi benimkisi?

Yıllar yılı dudak büktüğüm ‘ölümden son­ra hayat masalları’ na kulak kabartmaya baş­lamışım gizliden gizliye…

İple çektiğim haziranlara sırt çevirmişim.

Yaşamın orta sahasına girmişim… irkilmişim…

* * *

Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kol­larımdan.

Biri, “Daha ne gördün ki” diyor yüzünde papatyalarla; “Asıl şimdi başlıyor hayat,..! Bundan sonrası rahat!”

Lakin, “Buydu işte görüp göreceğim” diye efkarlanıyor öteki… “2. yarı geçer hızla/yaşla­nırsın zamanla…”

Yaşı genç olanlar 35′e uzak durduklarını sanarak, “sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun” tesellisindeler…

35′le çoktan tanış olanlarsa “hayata hoşgeldin” pankartıyla karşılamadalar… ilk yan sa­dece bir ısınmaymış meğer: Asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın… kavganın… aşkın…

Bense şaşkın… devre arası bilancolarındayım:

Son dönemde, kimbilir kaç eski anıyı yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde..?

Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken… ve sustum vicdan sor­gularında… Aksisedamla bile dertleşmedim.

Meğer ne yaman serüvenmiş hayat?

Bazen yediveren gülleri gibi bereketli… Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun… Yaşıyor, seviyor ve se­viliyorsun…

Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık…şaşıp kalıyorsun…

Oysa -herkes bilmezden gelse de-skoru belli oyunun:

30′larda dedeni ve nineni kaybe­diyorsun. 40′lannda anneni ve ba­bam… ve 70′inde kendini…

* * *

Şimdi devre arası/yolun yarısı…

Bugüne dek ancak tanıştık hayat­la…

Ben O’na kendimi tanıttım… O bana kendimi…

Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı… (Zaferlerim onlar be­nim… Olgunluğumun yapıtaşları…)

…Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı… Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım aşağı… Dönmesin diye başım…

Ben istikballe arkadaşım…

* * *

Ne var ki yarım her şey… Hayat da yarım, sevdalar da… Daha diyeti ödenmedi sevinçle­rin… ihanetlerin hesabı sorulamadı… Nazım’ın dediği gibi “kopardım portakalı dalın­dan/ Ama kabuğu soyulamadı/ Sevdalara do­yulamadı…”

“Doydum” diyen görmedim ki zaten ben…

Hiç doyulmaz ki zaten…

Lakin gel de zamana anlat bunu…

Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin..

* * *

Baktım ki ikinci yan kapıda… ve hayatın ceza sahası yakın…

Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede, sevdalar diğerinde… Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler… Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi…

Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını…

İlk yarı bilançom o benim:

Yangında ilk kurtarılacak… kazada ilk açı­lacak…

Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis, koyacaklar halime… “Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı” diyecekler, ya da “sebepsiz alçalmış… Bile bi­le vurmuş kendini dağlara…”

Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleye­cek hikayenin…

Kalanı benimle gelecek…

Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatıralarımı…

Reyhanlar saklayacak sırlarımı..

Skoru bir tek Ege’nin sulan bilecek… Deni­ze kavuşabilirse eğer içimdeki nehir…
Hayat: 0… Ben: 1


Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:09 am

Hepinize eski bayram tadında bayramlar diliyorum.

Televizyonda bir süredir yayınlanan bir reklam filmi hepimizin içini burkuyor. Bayram sabahı en güzel elbiselerini giyip çocuklarının yolunu gözlemeye başlayan bir yaşlı çiftin nafile bekleyişi üzüyor bizi…

Onların hayal kırıklığında günümüzün yalnız bayramlarının hüznünü yaşıyoruz.

Bayramı anne babasından uzakta tatilde geçirenlerimiz vicdan azabına sürükleniyor.

Filmin finalinde akşam olup da kapıyı davulcular dışında çalan olmayınca yaşlı çift, hazırladıkları şeker yığınının ardında gözyaşı döküyorlar.

Ve reklam filmi, bize istersek bu finali değiştirebileceğimizi söylüyor.

Nasıl değiştireceğiz bu finali?..

O şekerden bir paket yaptıracağız ve ebeveynlerimizin kapısını çalıp onları mutlu edeceğiz.

Bunu yapabilir miyiz?

Biraz zor…

* * *

Çünkü bayramda terk edilmişliklerine gözyaşı döken çiftin çocukları muhtemelen, bu “tatil”i fırsat bilip yine bir süredir televizyonlarda yayınlanan bir başka reklam filmine uyup sırt çantalarını yüklenmiş, kovboy şapkalarını takmış ve dünyanın kaç çizgi olduğunu görmek üzere “Ben özgürüm” şarkıları söyleyerek kendilerini Anadolu’nun kıraç topraklarına atmışlardır.

Annelerine ise düşe düşe bir dağ başından iki-üç dakikalık bir telefon sohbeti düşmüştür.

Bir filme uysak evde “anamız ağlıyor”, öbürüne uysak “özgür” olamıyoruz.

Reklamcıların aralarında bir karar varıp, hangi yaklaşım doğruysa o konuda bir reklam filmi yaparak bu çelişkiye son vermelerini bekliyoruz.

* * *

Şaka bir yana, nicedir bayramların çoğumuz için tatil dışında bir anlam taşımadığı doğru…

“Vefasızlıktan” mı böyle olduk?

“Hayırsızlıktan” mı?

Hayır, basit bir nedenden:

Son 100-150 yıl içinde yaşadığımız hayat tümüyle kuşattı bizi…

Sanayileştik, modernleştik, tüketimle, para kazanma hırsıyla tanıştırıldık.

Daha iyi yaşayabilmek, daha çok harcayabilmek için daha çok çalışmamız gerekti. Gündelik yaşamın temposu arttı. Mesai saatlerimiz uzadı.

Boş vakitlerimizin bile kontrolünü yitirdik.

Geleneksel hayatın ağır ve asude akışı kayboldu.

Geniş aile parçalandı.

İnsancıl ilişkilerin sıcaklığı, yeni hayatın mekanik dişlileri arasında un ufak oldu.

Hoyrat bir koşuşturmaca içinde kimse kimsenin halini sormaz, halinden anlamaz hale geldi.

Niye sadece “gelişmiş” ülkelerde yaşlılar için bakımevleri var sanıyorsunuz?..

“Gelişmenin bedeli” bu terk edilmişlik…

* * *

Demem o ki, o ana babanın yalnızlığında, bugün bize o ana babanın yalnızlığını hatırlatanların, o tüketim endüstrisinin payı hiç de az değil…

Durum böyleyken biz bu finali değiştirebilir miyiz?

Zor, ama yapabilirsek, bence değişen sadece şeker alışverişi olmaz…

Bizi yalnızlığa iten bütün o vahşi rekabet koşullarını, başkalarının sırtına basarak kazanma hırsını, başarıya endekslenmiş hayatlarımızı, tamamen maddileşen insan ilişkilerini de değiştirmek gerekir.

Şimdi genç kuşak reklamcılar yine pek kızacak ama yalnız ana babaların gözyaşını dindirmenin yolu, buruşturulup atılmış bir eski ütopyadan, yani insanı hapsolduğu dişlilerin arasından çıkarıp gerçekten özgürleştirmekten geçiyor.

Hepinize eski bayram tadında bayramlar diliyorum.

Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:09 am

''İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum."

''İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum."

Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım.Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar "çok yoğun"; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar "çok yoğun"; benden başka herkes ama herkes çok yoğun.

"Aaa tabii; onun için konuşm ak kolay. Evde oturup yazıyor sadece.Çalışmaktan haberi yok."

İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim. "Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..."

Hayatı boşvermek istedikten sonra "yoğun" olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da "yoğun" olabilirsiniz.

"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım."
Ee yapma.

"Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki..." Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti.Yani "kafama uçan daire düştü, hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur.

Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak "çok çalışıyorum"u kesinlikle kabul etmiyorum.

Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve "işlerim var, ondan" diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam. Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem .Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) Seninle görüşmek istemiyorum.

c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki? (Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.)

Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu "çok çalışıyorum da;başka bir şeye bakamıyorum" muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım.

Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü "evde çalışan yazar" olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok.

Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum?Alıyorum. Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor.
Ama şunu da belirtmem gerek.

Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların,çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim.
Benim için okul her zaman ikinci plandaydı.

Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim; ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim" dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim.

Çünkü benim için "sevdiğim insanlar" ve "kendime vakit ayırdığım hayatım" herşeyden önemliydi.
Hayatımda hiç kimseyi "çalışmam gerek" diye geri çevirmedim. Bir arkadaşa "hayır, eve gideceğim" dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı.

En önemli işin başında da olsam, bir dostum "seninle konuşmaya ihtiyacım var" dediğinde ben tüm işleri bırakırım.
Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz yüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli.Elbette boş boş oturun demiyorum. Çünkü hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, ken dinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır.

Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.

Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma'da yaşadım. (Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.) Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda "sabahın körü"diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını

düşünürsünüz, değil mi? En azından benim hayatımdaki "yoğun insanlar" için bu çalışma tarzı "işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu" düzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da "hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum" diye evde yatarak geçirilird i.

Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü "çok çalışıyorum, görmüyor musun?" demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi.

Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu?
Büyük harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA... Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hiss ettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik. Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim. Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba) evlilik yıldönümünde karısını Soma'ya iki saat uzaklıkta olan İzmir'e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek
için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!

Hiç kimse bana hiçbir şey için "çok meşgulüm, çok yoğunum,vaktim yok da ondan" gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek."İşim var, vaktim yok" diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:

- İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir. (Bertrand Russell)

- işini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan,sonunda çalıştığı yerin başına geçer ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya mahkum olur (Robert Frost)

- Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.
(Edward Newton)

- Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir.
(Anton Çehov)

- Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.
(L. P.Smith)

- Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür.
(Irwin Edman)

- Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum.
(Abraham Lincoln)

- Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur.
(William Russell)

VE BENİM FAVORİM:
"Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir..."

Can DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:10 am

Ayrılığın Eski Tadı Yok

Biz çocukken, tepesinde bir dantela örtüyle başköşede duran yeşil ışıklı ahşap radyomuzdan, hüzzam makamında ayrılık şarkıları yayılırdı salona:
'Ayrılık, ümitlerin ötesinde bir şehir'di o zamanlar;
'...ne bir kuş, ne bir haber, ne de bir selam gelir'di.
'Yaman kelime'ydi ayrılık; 'benzetmek azdı ölüme'...
Ve her kim uğrarsa bu zulme, 'gündüzü olurdu gece...'
Selahaddin Pınar'ın tamburu 'Ayrılık yarı ölmekmiş/ o bir alevden gömlekmiş' diye inler ve sorardı:
'Ey sevgili sen nerdesin/ nerdesin ey sevgili?'
'Çerağ' nedir bilmezdik; ama Sevim Tanürek, 'Alev alev çerağız biz/ Ayrılsak da beraberiz' deyince bir yangın fitili tutuşurdu yüreğimizde...
Sonra Zeki Müren çağlardı, tane tane söyleyerek:
'Aynı bedende can gibiyiz/ cana can veren kan gibiyiz/
Yanıp da bitmez kül gibiyiz/ biz ayrılamayız/
Eller ayırsa bile/ yollar ayırsa bile/ biz ayrılamayız.'
* * *
Büyüdük; o 'çerağ' da içimizde büyüdü alev alev...
Sevdalandık... ayrıldık... yandık.
Ayrılıkla ölümü, biz de Abdürrahim Karakoç'un 'Mihriban'ıyla kıyasladık:
'Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban...'
Timur Selçuk, 'Ayrılanlar için' değil, bizim için çalıyordu:
'Ne kadar acı olsa / ne kadar güç olsa/ Her şeyi, evet her şeyi unutmalı'ydık.
'Kalırsa içimizde bir derin sızı kalır'dı.
* * *
Derken vuslat kolaylaştıkça; basitleşti ayrılmalar da...
Kocamaya bir yastık yetmez oldu.
Sönenin son ateşiyle yakılan sigaralar gibi; ayrı düşülen yavuklunun hasreti, yeni bir aşkın kollarında giderildi.
Ve günün birinde Ajda Pekkan, 'başı yukarda meydan okuyarak hayata', ayrılıkların üzerindeki o kırık yeniklik duygusunu silip attı:
'Arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık' diye kovaladı eski sevgiliyi:
'Bir zamanlar sen de bana acımadın/ yalnız kaldım/ Yıkılmadım ayaktayım.'
* * *
Herkes bu çıkışı bekliyordu sanki...
'Ümitlerin ötesindeki o şehir' bir anda tarumar oldu.
Bir baktık ki 20. yüzyılla birlikte, ayrılan yollarda söylenen şarkılar da değişmiş, herkese bir güven gelmiş.
'Aşk dediğin geliyor, geçiyor' diyen Hande Yener, ayrılığın onuncu gününde eski sevgilisine 'Yalnız değilim, sıkılmıyorum' mesajı göndermiş.
Nazan Öncel, bir vedalaşmayı 'Jetonu mu yoktu, aramadı gitti/ velhasıl bitti' diye özetlemiş.
Sonra jeton da tarih oldu.
Ayrılık acısının ilacı bulundu.
Demet Akalın bir yıl önce 'seve seve' ayrıldığı sevgilisiyle 'İsim neydi çıkaramadım/ adın neydi hatırlamadım' diye kafa buldu.
Şimdilerde dillerde gezen bir yaz şarkısında ayrılıklara iyi gelecek formülü açıklıyor:
'Hemen yeni bir aşk bulunur, yerin çabuk doldurulur/ Sevgilimi koluma takarım/ Bebek'te üç beş tur atarım/ Olmadı bi de sinema yaparım/ gördüğün gibi çok unutkanım.'
* * *
Dedim ya, ayrılığın eski tadı yok.
Şarkılardan belli...

Can Dündar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:10 am

Evlilik Denen Kurum

Evlilik, inanmadığım halde içerisinde 17 seneyi bitirdiğim bir kurum benim için. 17 senede (abartmıyorum) 40 çift arkadaşımın son verdiği kurum ayni zamanda da... Evliliğimin bu kadar uzun sürmesinin gizi belkide kuruma inanmamaktan geçiyor.
Evliliği toplumun dayattığı şekilde yasamamaktan... Nedir bu dayatmalar?
Erkeğin muhakkak kadından yasça büyük olması, eğitim seviyesinin erkeğin lehine ya da en azından eşit olması bunların sadece ikisi...
Olmaz, yürümez diyor toplum... Erkek yasça büyük olmalı ki, kadına 'hot' dediğinde oturmalı kadın... Yâda yumuşatıyorlar;
-Efendim kadın erkekten önce çöktüğü için (hani doğum falan) küçük olmalıymış yaşı...

Eğitimde de böyle... Kadının çok okumuşu bilmiş olurmuş, evde kalmakmış layıkı...

EŞİM BENDEN 2 YAS BÜYÜK; ne 'hot' dememe gerek kaldı 17 senede, ne de benden önce çöktü...

Yıllar içinde ben yaşlandıkça o gençleşti,

-'Ooo Can bey kapmışınız çıtı rı' esprilerine muhatap dahi oldum.

EŞİM 3 ÜNİVERSİTE BİTİRDİ; ben bi taneyi 9 senede bitirdim..

Ne o bana bilmişlik tasladı, ne ben ona ezik baktım... Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır der Halil Cibran...

Bunu unutmadık biz.

Ben konuşurken o dinledi, ben dinlerken o konuştu 17 sen e.

O öfkeliyken ben, ben öfkeliyken o 'haklisin bitanem...' dedik,
Öfke bitip fırtına durulduğunda 'ama bi de böyle düşün' de dedik fikrimizi savunurken.

Farklı insanlar olarak görmedik birbirimizi, ayni amaç içi n savaşan neferlerdik bu hayatta...

Asla bilmedik ne kadar para kazandığımızı, ortak cüzdanımızdan gerektiği kadar aldık..

Ne kadar çalarsa çalsın masanın üstünde telefon, kim bu saatte arayan karşı cins diye sorgulamadık da ama...

Sevginin en büyük dostuydu bizim için 'güven'... Ve güvenin ardına saklanmış bir 'saygı' vardı daima...

Ne kavgalar, ne badireler atlattık 17 senede...

Eee ülkeler neler gördü, biz çekirdek aile mi sütliman yaşayacaktık...

Bir gün öyle bir girdik ki birbirimize, ben ilk kez odamın dışında yattım bi gece, misafir odasında...

Gece yarısı kapı aç ıldı esim;

-'Ne yapıyorsun burada?' diye sordu kapının eşiğinden, 'uyuyorum' dedim buz gibi bi sesle... Gitti, gelmesi 1 dakikasını almıştı elinde yastıkla... 'kay yana' dedi daracık yatakta. 'ne yapıyorsun?' dediğimde 'benim yerim senin yanın, sen gelmezsen ben gelirim' dedi...

Anladım ki o gece, en uzun kavgamız yat saatine kadar sürecek...

Ve bence doğrusu da bu...

Özen gösterdik o günden sonra, evin her yerinde kavga ettik, yatak odamız hariç.

Kırsak da zaman zaman kalplerimizi, asla kin tutmadık birbirimize...

Toplum kurallarıyla oynasaydık bu oyunu belki de 41 inci çift ol acaktık o listede...

Ama oyunun kurallarını biz koyduk... Nede olsa bizim oyunumuzdu oynanan...

Evlilik; hesapsız içine dalınması gereken bir oyun bence...

Topluma kulaklarını tıkayarak hem de... Ne benim, ne de bizim sözlerimizle...

Sadece gönlünüzden geçtiğince...

Dediği gibi Ataol Behramoğlu'nun;

'...Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına. Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana...

CAN DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Admin





Can Dündar - Sayfa 2 Empty
MesajKonu: Geri: Can Dündar   Can Dündar - Sayfa 2 Icon_minitimePaz Mart 22, 2009 7:10 am

Yaşıyor musunuz, yoksa seyrediyor musunuz?

Dümdüz bir soru size:
Akşamları evde ne yapıyorsunuz?

Koltuğa uzanıp, hiç
tanımadığınız Amerikalı dedektiflerle, hiç tanımadığınız Amerikalı
haydutları mı kovalıyorsunuz?

Yoksa yerli dizilere kaptırıp hiç
bilmediğiniz konaklarda yaşanan hayatları mı seyrediyoruz?

Dört saat televizyon seyretmenin
sekiz saat çalışmak kadar beyni yorduğunu biliyor musunuz?

İki türlü hayat var:

1. Yaşanan hayat,
2. Seyredilen hayat,

Akşamlarınız televizyona
kilitliyse, bilin ki, hayatı sadece seyrediyorsunuz !

Akşamları evde ne yapıyorsunuz?
Akşamlarınızı nasıl geçiriyorsunuz?

"Pek çoğu gibi biz de çekirdek
çıtlatıp saatlerce televizyon izliyoruz"

diyorsanız, durup bir düşünün lütfen; dünyaya birkaç kez daha
geleceğinize mi inanıyorsunuz?

Böyle bir şey olsaydı, şimdiki
hayatımızın bir bölümünü ziyan etmek şimdiki kadar acı sonuçlar
doğurmayabilirdi belki.

Ne çare ki sadece bir hayatımız
var.

Bu da maalesef, çok kısa.

Ortalama altmış yılın yirmi yılı
uykuda geçiyor.

Kalan kırk yılın yirmi yılı
çocukluk, eğitim, vesaire...

Son yirmi yılı da ziyan edersek,
bize yaşanacak bir şey kalmaz.

Akşamlarınızı sadece televizyona
veriyorsanız, sayılı nefeslerinizden bir bölümünü

çöpe atıyorsunuz demektir!

Çünkü televizyon izleyen kişi hayatta değildir, zira hiçbir şey
yapmamakta, hiçbir değer

üretmemektedir; bu da bir anlamda
yaşamamak sayılır.

Ne mi yapmalı?

1. Ailece kitap okuyun, sohbet edin:

Nasıl tanıştığınızı, ilk nerede
görüştüğünüzü, sıkılıp sıkılmadığınızı, nerede nasıl evlendiğinizi, nikah
şahitlerinizi, düğününüzü anlatın çocuklarınıza, onları hem dinleyin, hem
de okumaya çalışın.

2. Gezin:

Gezmek için ille de bir maksat
olması gerekmez, en büyük maksat hayatı paylaşmaktır.

Yakınsanız deniz kenarına inin, ayaklarınızı denize sokun ve
becerebiliyorsanız taş sektirme

yarışına girin. Sonra da güneşin pembe gülücükler saçarak batmasını
seyredin. (İnanın televizyon seyretmekten çok daha keyifli ve
dinlendiricidir) Ormanda hep birlikte yürüyün, ağaçlara isim takın, yol
boyu açan çiçekleri sevin ve çocuklarınıza bunlarla sevmeyi öğretin.
(Ama bilin ki hayat öğrenmek ve öğretmekten ibaret değildir.
Dinlenmek, eğlenmek gibi olgular da hayatın bir parçasıdır)
Çocuklarınızla ilişkilerinizde asla öğretmen tavrı takınmayın.
Onlarla arkadaşlık etmek dünyanın en keyifli işidir.

3. Akraba ve komşularla ilgi bağı kurun:

Onlara ya gidin, ya da onları size
davet edin. Sohbetiniz televizyonsuz olsun ki tadı çıksın. Birbirinizi
gerçekten tanımaya çalışın.

Bilirsiniz, "Komşu komşunun külüne muhtaçtır."

4. Kültürel ve sanatsal
etkinliklere katılın.

(Konferans, seminer, sergi, doğru
sinema ve tiyatro) Hayatınızı biraz olsun renklendirecek başka şeyler de
bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin.

Bir şeyi çok isterseniz, Allah sebebini halk eder ve çok
istediğiniz şeye ulaşırsınız. "Olmaz ki" diye düşünüp

taleplerinizi ertelerseniz,
hiçbir yere ulaşamazsınız.

Aile bağlarının güçlenmesi,
paylaşacak şeylerin çokluğuyla mümkündür. Ne kadar çok şey paylaşırsanız
aileniz o kadar güçlenecek, o kadar diri duracak ve mutlu olacaktır.

Hatıra defterine televizyon dizilerini yazamazsınız. Oraya ancak
yaşadıklarınızı yazabilirsiniz.

Her gün bir şeyler yaşamalı ve
bunları deftere geçirerek geleceğe tarih düşürmelisiniz.

Bugün öyle bir hayat yaşayın ki,
yarına da kalsın. Torunlarınıza filan anlatacaklarınız olsun.

Ayrıca unutmayın ki;

Hayatı biriktiremezsiniz;

ya her anını yaşayacaksınız, ya da
ziyan edeceksiniz.

Artık cevap gelsin:

Akşamları ne yapıyorsunuz?

Yaşıyor musunuz, yoksa seyrediyor musunuz?


CAN DÜNDAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Can Dündar
Sayfa başına dön 
2 sayfadaki 3 sayfasıSayfaya git : Önceki  1, 2, 3  Sonraki

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
maviş forum :: Edebiyat köşesi :: Şair ve Yazarlarımızın Yaşamları-
Buraya geçin: