| Dini Hikayeler Arsivi | |
|
|
|
Yazar | Mesaj |
---|
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 12:15 pm | |
| --------------------------------------------------------------------------------
BİR DELİYE BİR VELİ ROLÜ
Ebu Müslim Havlani bir toplulukta konuşulanları dinler.Hemen hepsi de hanımından şikayette bulunmaktadırlar. Ancak Ebu Müslim’de şikayet filan yoktur. Derler ki:– Veli gibi bir hanıma düştün de sesin sedan çıkmıyor değil mi? Omuzlarını silkerek cevap verir: – Bizimki veli filan değil kelimenin tam manasıyla delidir deli!… – Öyle ise derler nasıl geçiniyorsun böyle deli biriyle? Cevap verir: – Ben usulünü biliyorum da öyle geçiniyorum kavga gürültümüz o yüzden olmuyor!… Büsbütün meraka düşerler. – Deli gibi biriyle kavgasız gürültüsüz geçinmenin usulü nedir ki? diye sormaktan kendilerini alamazlar. Şöyle izah eder Ebu Müslim geçinmenin sırrını. Der ki: – Allahü Azimüşşan Âdem Aleyhisselam’ı topraktan yarattığında bedenine önce aklı koydu. Akıllı bir adam oldu. Sonra öfaaai yarattı. Ona da Âdem’in bedenine girmesini emretti. Öfke: – Ben dedi. Âdem’in bedenine giremem. Çünkü orada akıl vardır! Akılla ikimiz bir yerde asla duramayız!… Rabbimiz buyurdu: – Ey öfke! Sen Âdem’in bedenine girmeye çalış oraya yönel. Akıl senin geldiğini görünce hemen çıkıp gider kendi yerini sana bırakır. Böylece sen de Âdem’in bedeninde hükmünü icra eder onu deli yaparsın. Ebu Müslim burada der ki : – İşte biz hanımla bu konuda anlaştık. Dedik ki; mademki insana öfke gelince akıl gidiyor insan delinin teki haline geliyor. Öyle ise evde kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan deli adamdan her şey beklenir diyerek veli rolüne gireceksin aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın. Ebu Müslim burada şunu da ilave eder: – Tabii der bu sabır benim için de geçerli bir görevdir. Bazen hanım öfkelenir bu defa o deli durumuna girer bana veli rolü düşer ben bir veli gibi sabır gösterir karşılık vermemeye çalışırım. Aklı gelip de akıllı insana muhatap olduğumu anlayıncaya kadar bu sabır devam eder. Ebu Müslim bundan sonrasını şöyle tamamlar: – İşte der ey dostlar benim hanımdan şikayetçi olmayışımın sebebi budur. Gül gibi geçinip gitmemizin sırrı da buradadır. Tavsiye ederim siz de bir deliye bir veli rolü oynayın öfkelenince karşı taraf veli rolüne girsin sabır ve tahammülü esas alsın göreceksiniz ki tartışma kısa zamanda son bulacak taraflar birbirlerine karşı sevgiyle dolacak. Çünkü öfkeli taraf kendisine karşılık verilmeyişinin takdirini minnettarlığını duyacak. Bu da mutluluk vesilesi olacak. Sakın “bir deliye bir veli rolü basit bir şey” deyip de geçmeyin. Sadece bir deneyin yeter. İşte size güzel geçinmenin sırrı. (1) | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 12:15 pm | |
| BİZ DE VAKTİYLE GÜZEL YİYECEKLERDİK!
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün Behlül-i Dânâ ile sohbet ederken; -Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy. İnsanlar arasına karış dedi. Bunun üzerine hazret-i Behlül; -Müsâde ederseniz bir danışayım dedi. Halîfe; -Kime danışacaksın kimsen yok ki? diye cevap verdi. Behlül de; -Ben danışacağım yeri biliyorum dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince halîfe Hârûn Reşîd ona; -Ey Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı dedi. Behlül; -Danıştım efendim. Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil dedi. Halîfe heybetle; -Ey Behlül! Sen gidip çöplere danışmışsın haberim oldu dedi. Behlül de; -Doğru söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve; -Ey Behlül! Biz de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi. Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışmadediler. Bu sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere daldı. | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 12:16 pm | |
| Bizi Boş Çevirmez
Muhammed bin Câfer isimli bir genç anlattı: Geçim sıkıntısı içindeydik. Bir gün babam; "Oğlum gel İmâm-ı Askerî hazretlerine gidelim. Onun çok cömert olduğunu söylüyorlar. Bizi de boş çevirmez. Bir ihsânda bulunabilir." dedi. Ben de "Peki baba sen onu hiç gördün mü?" deyince; Babam: "Hayır" diye cevap verdi. Daha sonra beraber yola çıkınca bana; "Beş yüz akçe verse iki yüz akçesi ile elbise iki yüz akçesi ile de un geri kalanla da diğer ihtiyaçlarımızı alırız." dedi. Ben de; "Bana da üç yüz akçe verse yüz akçe ile elbise yüz akçe ile yiyecek ve yüz akçesi ile de merkep alıp Kûhistan tarafına gitsem." dedim. İmâm-ı Askerî hazretlerinin kapısına geldiğimizde kapıya birisi çıkarak babamı ve beni ismimizle çağırdı ve içeri girdik. İmâm-ı Askerî hazretleri; "Şimdiye kadar niçin gelmediniz?" diye sordu. Babam da; "Perişan hâlimizle yanınıza gelmeye utandık." dedi. Ziyâretten sonra çıkıp giderken arkamızdan hizmetçi koşarak geldi ve bir kese babama vererek; "Bu kesede beş yüz akçe vardır. İki yüz akçesi ile elbise iki yüzü ile un ve yüz akçesi ile çeşitli ihtiyaçlarınızı alırsınız." dedi. Sonra bana dönerek bir kese de bana verdi ve; "Bu kesede üç yüz akçe vardır. Yüz akçesi ile elbise yüz akçesi ile yiyecek yüz akçesi ile de bir merkep alırsın yalnız Kûhistan tarafına gitme." dedi. Sonra meydana gelen hâdiselerden oraya gitmemin benim için iyi olmayacağını anladım
not:16.sayfa | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:23 pm | |
| Altıyüz Dirhemlik İp Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere hafta boyu el emeği verir göz nuru döker iplik eğirir pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti pazara götürmeye karar verdi.
- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin yetimlerin rızkını ver diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı yaşlı kadını görünce duraklayarak: - Hoş geldin bacı nereye gidiyorsun? - Bir miktar ipliğim var pazara götürüp satacağım. - Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor bunu ver de ben satayım. - Memnuniyetle lütuf buyurmuş olursunuz efendim dedi ve ipi verdi.
Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler kadında daha fazla bir şey demedi.
Hazreti Şeyh kadına dönerek. - Hatun canını sıkma ipliği satmaya gönderdim parası gelsin ne kadar etti se alırsın. - Pekala diyerek gider ertesi gün gelir. - İpilik satıldı mı? Abdülkadir Geylani Hazretleri: - İplik satıldı fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir. Kadın bir hafta sonra gelir para henüz gelmemiştir kadına: - Yarın gel paranı al. Kadın pazara niye gitmedim şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken Mürütler: - Bir gün daha sabret bakalım mevla ne gösterecek derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.
Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek: - Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi yol alamaz olduk denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda: - Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır yolumuza devam ederdik ama şu anda nerede bulacağız dedi. Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda: - Ya Sultanul Arifin bize altıyüz dirhem kadar ip gönder sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik dediler.
Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra ihtiyar kadın gelip sordu. - Para geldi mi efendim? Şeyh bin altını kadına verirken: - Benim satışım seninki kadat kârlı olmuş mu?
Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:24 pm | |
| Kimsenin Yaptığı Yanına Kalmaz
Abbasi halifelerinin beşincisi Harun Reşid sarayının bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Yaprağı kokusu görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.
Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki sakınan göze çöp batar derler ya. Aynen öyle olur. Bir sabah bahçıvan gelip bakar ki gülün dalına konan bir bülbül ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Tek yaprak bırakmamış gülün başında... Korku içinde koşar halifeye:
- Sultanım der üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş tek yaprak bırakmamış gülün başında... Harun Reşid telaş etmeden cevap verir:
- Üzülme efendi üzülme der. Bülbülün yaptığı yanına kalmaz!.
Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalamış yutmak üzere otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:
- Sultanım der bülbülü bir yılan yakalamış yutarken gördüm.
Sultan yine telaşsız:
- Merak etme efendi der yılanın yaptığı da yanına kalmaz!.
Bahçıvan yine işine döner... Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye durumu anlatır:
- Sultanım der bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm. Harun Reşid yine sakin:
- Bekle efendi bekle der senin de yaptığın yanına kalmaz!. Nitekim çok geçmez bahçıvan hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarırlar. Cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir.
-Atın bunu zindana!. Hemen yaka paça zindana doğru götürürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:
-Sultanım der bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz dediniz onu da ben öldürdüm.
Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor sen zindana attırıyorsun.. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da seninki mi yanına kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak... Öyle ise gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın!..
Harun Reşid doğru söyledin bahçıvan diyerek:
- Bırakın bahçıvanı çiçekleri sulamaya devam etsin!.. Derler ki:
- Sultanımız yaptığı yanına kalır!..
- Hayır der kimsenin yaptığı yanına kalmaz. En ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar!..
EvetKimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bunda hiç şüpheniz olmasın. Yanına kaldı sanılanlar daha ağırıyla ahirette ödemeye tehir edilirler. Ne var ki gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:24 pm | |
| ALIN TERİ İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına ve o manzarayı görünce: - Kurban olayım niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu. - Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır. - Allah'ın elçisi Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen en önemli adetlerinden biridir. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:25 pm | |
| ALLAH'IN BERATI
Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti: - Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder. Aradan çok geçmedi gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü. Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak: - Ey bari Hûda sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin dedi. Müridler: - Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler. O: - Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım kudret eli siyah yazmaz siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır buyurdu. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:25 pm | |
| "ALLAH’TAN KORK MÜHRÜMÜ BOZMA!"
Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki karşı dağdan düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır. İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler. Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.
Bu sebeple biri der ki:
– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim. Bir gün çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise bunun hürmetine şu kayayı çıkacağımız yerden uzaklaştır!
Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar ama çıkılacak kadar yer açılmaz.
İkincisi de şöyle der
– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş ben de koşup dışarıdan su getirmiştim baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.
Kaya biraz daha kımıldar ama yine kurtulmaya yeterli değildir.
Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:
– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız nihayet isteğime râzı olmuş birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:
– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür ancak nikâhla bozulur başka değil!
Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım. Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:
– Haydi gel istediğin kadar yiyecek al mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.
Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.
Bir de baktılar ki sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti kurtulup dışarı çıktılar.
Evet işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:27 pm | |
| AMEŞ VE KARISI İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a.'in arkadaşlarından o dönemin hadis ve kıraat âlimlerinden Süleyman A'meş bir gece evinde eşiyle tartışmış ve hanımını biraz incitmişti. Buna rağmen tartışmadan hemen sonra hanımıyla tekrar konuşmak istemiş ama hanımı kocasına kırgın olduğu için adamın sözlerini cevapsız bırakmıştı. Adam öfaaale: -Niçin bana cevap vermi yorsun? diye hanımını bağırıp azarladı. Fakat bir cevap alamadı. A'meş'in kızı babasına: -Bu gece olmasa da yarın sabah konuşur seninle dediyse de adamın öfkesi dinmedi: -Eğer bu gece benimle konuşmazsa benden kesin boş olsun dedi. Kızcağız da annesini konuşması için ikna etmeye çalıştı. Ama annesi inat etti konuşmamakta direndi.Karısının konuşmamakta kararlı olduğunu gören A'meş'in ise az önce öfaaale ettiği yeminin ciddiyeti aklına geldi söylediğine pişman oldu. Eşiyle boş olmaktan kurtulmak için care düşünmeye başladı. Gecenin bir yarısında giyinip evden cıktı. Doğru Ebu Hanife Hazretlerinin evine gitti. Ebu Hanife onu içeri alıp derdini sordu. A'meş karısıyla olan hadiseyi anlattı dert yandı: -Bu kadın bu tavrıyla benden kurtulup kaçmak istiyor. Beni sıkıntıya sokmasından korkuyorum. Kendisi çocukların annesidir. Onu boş olmaktan kurtarıp beni rahatlatacak bir care var mı? diye sordu. Ebu Hanife: -Üzme kendini. Allah'ın izniyle bir care bulunur dedi. Ebu Hanife A'meş'in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı. Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tenbihledi. A'meş de evine dönüp ezanı beklemeye başladı. Daha sabah olmadan okunan ezanı duyan A'meş'in hanımı sabah oldu da boşanması gerçekleşti zannederek konuştu: -Oh be! dedi. Senden kurtuldum kötü huylu herif! A'meş ise kıs kıs gülerek cevap verdi: -Henüz sabah olmadı. Sen de konuşup yeminimi bozdun. Bize çare gösterenden Allah razı olsun.
Yusuf Yavuz Semerkand dergisinden alınmıştır. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:33 pm | |
| AMR B. AS'IN HİDAYETİ Amr b. As r.a. anlatıyor: Hendek savaşından Mekke'ye döndüğümüzde Kureyş'ten benim gibi düşünen bazı kimseleri bir araya getirdim. Onlar beni dinlerlerdi. Onlara: - Biliyorsunuz Muhammed gittikçe kuvvetleniyor hem de korkunç bir şekilde güçlenmektedir. Ben bu konuda birşey düşünüyorum. Acaba siz ne dersiniz? diye sordum. 'Görüşün nedir?' dediler. Ben de: - Beraberce gidelim Habeş Kralı Necaşi'ye sığınalım onun yanında olalım. Eğer Muhammed bizim kavmimize galip gelirse biz Necaşi'nin yanında kalırız. Onun elinin altında olmamız Muhammed'in elinin altında olmaktan daha iyidir. Eğer bizimkiler galip gelirse zaten bizi biliyorlar. Onlardan bize sadece iyilik gelebilir dedim. Arkadaşlarım bunun tek yol olduğunu söylediler. Bunun üzerine ben: 'O halde Necaşi'ye vereceğimiz hediyeleri hazırlayınız.' dedim. Necaşi'nin hoşuna gidecek hediyelerin başında tabaklanmış deri vardı. Biz de ona çokça deri topladık. Sonra Mekke'den yola çıkıp Necaşi'ye vardık. Biz orada iken Amr b. Ümeyye de geldi. Hz. Peygamber Amr'ı Necaşi'ye Cafer ve arkadaşları için göndermişti. Amr Necaşi'nin yanına girdi sonra da çıktı. Arkadaşlarıma dedim ki: - Bu zat Amr b. Ümeyye'dir. Eğer Necaşi'nin yanına girip de onu bana teslim etmesini istesem o da onu bana verse de onun boynunu vursam Kureyşliler bunu bir mükâfat gibi kabul ederler. Çünkü böylece Muhammed'in elçisini öldürmüş olurum. Bu fikirle Necaşi'nin huzuruna girdim. Daha önce yaptığım gibi secde ettim. O da: - Dostum Amr'a merhaba dedi. Bana memleketinden bir hediye getirdin mi? - Evet ey kral! Sana birçok deri getirdim. Sonra derileri Necaşi'ye takdim ettim hoşuna gitti. Dedim ki: - Ey kral! Ben yanından çıkan bir kişi gördüm. O bize düşman bir kişinin elçisidir. Onu bana ver ki öldüreyim. Çünkü o bizim ileri gelenlerimizden birçok genci öldürdü. Necaşi müthiş öfkelendi. Sonra eliyle burnuma vurdu. Zannettim ki burnum kırıldı. Eğer yer açılsaydı korkudan girerdim. Dedim ki: - Ey kral! Eğer hoşuna gitmeyeceğini bilseydim bunu senden istemezdim. Necaşi: - Kendisine Musa'ya gelen en büyük Namus'un (Cebrail'in) geldiği bir kişinin elçisini sana vermemi nasıl isteyebilirsin? - Ey kral! Gerçekten böyle midir? - Behey azaba uğrayasıca beni dinle de ona tabi ol! Çünkü o Allah'a yemin ediyorum Hak üzeredir ve kendisine karşı gelenlere tıpkı Hz. Musa'nın Firavun ordusuna galip geldiği gibi galip gelecektir. - O halde onun namı hesabına İslâm üzerine benimle biat eder misin? dedim. Necaşi evet dedi ve elini uzattı. İslâm üzerine Necaşi'ye biat ettim. Sonra arkadaşlarımın yanına vardım. Müslüman olduğumu gizledim. Daha sonra Hz. Peygamber'e gitmek üzere yola çıktım. Yolda Halid b. Velid'e rastladım. Bu hadise Mekke'nin fethinin biraz öncesindeydi. O da Mekke'den geliyordu. Ona: - Ey Eba Süleyman nereye gidiyorsun? dedim. - Andolsun iş açığa çıkmış ve başarıya ulaşmıştır. Kesinlikle o kişi peygamberdir. Gideceğim ve müslüman olacağım. Sen daha ne zamana kadar inat edeceksin? dedi. Ben de ona: - Andolsun ki ben de müslüman olmak için geldim dedim. Halid'le beraber Medine'ye Peygamber s.a.v.'e vardık. Halid benden önce müslüman oldu biat etti. Sonra ben: - Ey Allah'ın Rasulü! Ben geçmiş günahlarımın affedilmesi üzerine -ki gelecektekileri de bilmiyorum- seninle biat ediyorum dedim. Hz. Peygamber s.a.v.: - Ey Amr! Biat et ki İslâm İslâm'dan önceki bütün günahları silip süpürür. Hicretten önceki herşeyi hicretin sildiği gibi dedi. Rasulullah s.a.v.'e biat ettikten sonra geri döndüm | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:38 pm | |
| Ana Hakkı ve Alkama'nın Sonu
Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) eshabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah'ın huzuruna telaşla girerek:
- Ya Resûlellah! Şu anda kocam ölüm dçşeğinde belki biraz sonra ölmüş olacak... Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendiside getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum dedi.
Hazreti Peygamberimiz:
- Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu.
Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalıştığını söyledi.
Bu sefer Peygamberimiz:
- Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.
Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince Peygamberimz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın anasın huzura çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz:
- Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnunmusun? diyr sordu.
Alkamanın anası:
- Ya Resulullah oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm onun bu hareketine dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:
- Hakkımı helâl etmem ey Allah'ın Resûlü dedi.
Alkama ise evde yatıyor hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu.
Hazreti Peygamberimi kadının annelik şefkatini harekete geçirmek için orada bulunanlara:
- Bana biraz odun hazırlayın diye emir verdi.
Kadın hayretle :
- Odunu ne yapacaksın ya Resûlellah! diye sormaktan kendini alamadı.
Çünkü o da şüphelenmişti.
Peygamber Efendimiz :
- Oğlunu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin daha iyi buyurunca kadın dayanamadı
- Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlellah ! Ona hakkımı helal ediyorum dedi.
Murat hasıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz Bilâl-ı Habeşi Hazretlerini göndererek :
- Git bakalım Alkama ne haldedir? buyurdular.
- Bilâl-i Habeşi Alkam'nın yanına varıp şehadet kelimesei telkin ettiğinde Alkama'nın dili açılmıştı :
- Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlüllah deyip ruhunu Allah'a teslim etti. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:38 pm | |
| ANNENİN HİZMETE İHTİYACI VAR Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır:
İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş yaptığı ibâdetten duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et ben ibâdet edeyim dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü.
Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik seni de onun hatırı için bağışladık deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz dedi.
Ses ona:
- Evet senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı karşılığını verdi. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:39 pm | |
| ANZAKLI ÖMERİN HİKAYESİ
Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu unutanlara hatırlatmak için Türk olmanın tadına varmak için lütfen okuyun.
Bu hakiki hikayeyi aktaran sayın Dr. Ömer Musoğlu 85 yaşındadır ve halen MODA/ İstanbul'da oturmaktadır.
Anzaklı Ömer'in Hikayesi 1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu görev yaptığı hanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak kan vermek serum takmak elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine tedavisine verilmiyor .Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam tahminen yetmiş beş yaşlarında..
-Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim. Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı.. Kolunu açtım baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti kendisine sormadan edemedim: -Siz Türk müsünüz? -Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı. -Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?" -Aldırma öylesine bir şey işte dedi. Ben yine ısrarla: -Fakat benim için bu çok önemli çünkü bu benim milletimin bayrağı benim bayrağım... Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: -Siz Türk müsünüz? -Evet Türk'üm...."
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:
"Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de..Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: -Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir. ' Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler orada birkaç ay talim gördük sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş.
Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taarruz ediyoruz bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz..
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim bana hiç de öfkeli bakmıyorlar yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu.. Dedim ki kendi kendime: -'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.."
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle -Bana adınızı söyler misiniz? dedi. "Ömer" cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: -Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?" -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş. -Senin adın Müslüman adı mı? Ben -Evet Müslüman adı" deyince yüzüme baktıdoğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: -Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun. -"Olsun" dedim. -"Peki doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?" Şaşırdım nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş.. -"Tabii" dedim.. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslam'ın şartlarını anlattım kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor hem de ağlıyordu.. Mırıldandı: -Siz Müslümanlar tespih çekersiniz bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. -Beni yalnız bırakma olur mu?" -Ne gibi Ömer amca? -Ara sıra gel de bana İslamiyet'i anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum; "Doktor Ömer lütfen 217 numaralı odaya gidin! Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum kendisine kelime-i şahadet söylettirdim o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti... Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim ağladım... "
Madem ki; düşünceyi zindana koymayan hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet o cesur ve adil Türkler var üzerinde hakikatin adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın..." | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:39 pm | |
| ARKADAŞINI AL BERABERCE CENNETE GİRİN'
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Resûlüllah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular: -Ümmetimden iki kişi Allâh'ın huzuruna gelirler. Birisi -Yâ Rab benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al bana ver der. Allah Teâlâ da ötekine - Hakkını ver buyurur. Adam -Yâ Rab bende sevap nâmına bir şey kalmadı der. Cenâb-ı Hakk -Baksana bu adamın sevabı kalmadı ne dersin? buyurur. Adamcağız - O halde benim günahlarımdan alsın der. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve 'O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister' dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine -Başını kaldır ve cennete bak buyurur. Adamcağız - Yâ Rab inci ile işlenmiş gümüşten ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ -Bunlar bana ücretini verenler içindir buyurur. Adamcağız -Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah -Sen istersen bunlara sahip olabilirsin buyurur. Adam -Nasıl olur yâ Rab? deyince Cenâb-ı Hakk -Hakkını bu adama bağışlamakla buyurur. Adam -O halde ben bunu affettim der. Allahü zû'l-Celâl hazretleri de -Arkadaşını al beraberce cennete girin buyurur. Sonra Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz 'Allah'tan korkun Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:39 pm | |
| Arslanın da Şerefi Var
Abdülazîz Debbağ hazretleri'ninbir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden içlerinden iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine; -Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler dedi. Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları yerde bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. Hocaları Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe; -Efendim! Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadımdedi. Abdülazîz Debbağ; -Niçin uyumadın? diye sorunca; -Arkadaşlarımı korumak içindiye cevap verdi. Bunun üzerine; -Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun? dedi. Talebe; -O gece ne oldu?diye sual edince: -O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine; "Arslanı öldürürsek bunlar uyanır soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur." dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler. Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca aralarında şöyle konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı." Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi dedi. Talebe; -Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca Abdülazîz Debbağ; -Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa arslan da sizi korurken bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak öldürdü buyurdu. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:39 pm | |
| Asalet & Terbiye
Firavun'un kahinleri saltanatı yıkacak çocuğun dünyaya geldiğini kendisine haber verdiler. Firavun ölmemek için öldürmek sevdasına kapıldı. O sene dünyaya gelen erkek çocuklarını kılıçtan geçirtmeye başladı. Cellatlar; sokak sokak ev ev dehşet ve ölüm saçıyorlardı. Kadının biri doğum sancıları başlayınca mağaraya vardı ve çocuğunu orada dünyaya getirdi. Çocuğunun gözünün önünde öldürülmesinden korktuğu için orada bırakarak evine döndü. Mukadderatı ile başbaşa kalan çocuğu Cenab-ı Hakk'ın emriyle Hz.Cebrail besleyip büyüttü.
İlk fırsatta mağaraya koşan kadın çocuğunu hayatta bulunca sevindi onu emzirip doyurdu ve tekrar evine döndü. Günler böylece geçerek küçük büyüdü ve sonunda Hz.Musa'nın kavmini altından buzağıya taptıran kimse bu çocuk oldu. Adı Musa.
Samira kabilesine mensup bulunduğu için kendisine Samiri lakabı verilmiştir. Asalet olmayınca Cebrail aleyhiselamın verdiği gıdaya ihanet etti.
Diğer bir Musa da Allah'ın Kelimi Peygamberi ve Firavun'un helakinin zahir planda sebebi oldu. Cenab-ı Hakk onu Firavun'un sarayında ve kucağında büyüttürdü. Hz.Musa'nın annesi kalbine gelen bir ilhamla oğlunu bir sandık içine koyarak Nil'in akıntısına bıraktı. Nil'in kıyısında yapılmış sarayının balkonunda karısı Asiye ile birlikte oturmakta bulunan Firavun nehirden gelmekte olan sandığı yakalatıp açtırdı. Derhal içinden çıkan küçük Hz. Musa'yı öldürtmek için emir verdiyse de Asiye buna mani olarak:
- Benim için de senin için de bir göz bebeği! Onu öldürmeyin. Olur ki bize faidesi dokunur yahut onu evlat ediniriz dedi.
Netice itibariyle Firavun'un büyüttüğü Musa; Peygamber oldu ve Firavun'un saltanatını yıktı. Bir Arab şairi aslet olmayınca terbiyenin fayda vermeyeceğini dile getiriken:
Fe Musa'llezi rabbahü Cibrilü kafirün Ve Musa'llezi rabbahü Fir'avnü mürselü
demiştir. Yani": (Asalet olmadığı için) Cebrail'in büyüttüğü Musa kafir oldu ve (asil bir soya sahip olduğu için) Firavun'un beslediği Musa ise Peygamberdir" | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:39 pm | |
| At Hırsızı
Abdullah-ı İlâhî anlatıyor:
Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada ahırın duvarı yarılıp içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da o zamânın kutbu en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler.
Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; - Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik dediler.
Atların sâhibi olan zât; - Onun yerine at hırsızını tayin ettik dedi.
Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp onu gübreler arasından çıkardılar gönlünü alıp tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler.
Abdullah-ı İlâhî sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz." | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:40 pm | |
| Ateş Lazım Oldu
Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:
- Be ne hal Behlül nereden geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.
- Peki getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:40 pm | |
| Âşığa Bağdat Irak Değildir
Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır Şam Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahyâ Efendi ona; "Acabâ maksadın nedir? Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat biz de sana yardım edelim gamını giderelim." buyurdu. Mağripli Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:40 pm | |
| Kimse Kimsenin Rızkını Yiyemez
Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:40 pm | |
| Ayağını Değil Başını koy
Gayb güneşi Hazreti Şems'i anlayan ender yiğitlerden biri olan Sultan Veled (asıl adı Bahaüddin) Hazret'i Şems'le Hazreti Mevlana'nın şeyhliği dervişliği bilgeliği büyüklüğü birbirlerine atmalarını şöyle anlatıyor. Birgün bir mecliste babam Hazretleri Hazreti Şems'i o kadar övdü ki onun makam ve mertebelerinden keramet ve zarafetlerinden yüce Allah'a yakınlığı dolayısıyle hitaba kitaba kaleme kelama sığmayan anlaşılmaz hallerinden dem vurduktan sonra: - Ayağı ruhların üstünde olan Şems-i Tebrizi'nin bastığı yere ayağını değil başını koy! deyince ben buharlaşmış bir beden gibi doğru Hazret-i Şems'in odasına giderek o gayb sultanının ellerini ayaklarını öpmeye başladım! Hazret-i Şems gülümseyerek:
- Ne oluyor Bahaüddin? Bu ne naz bu ne niyaz böyle? diye sordu. - Babam Hazretlerinin hakkınızda söyledikleri deli divane etti bizi! ... Dünyanın en büyük en galibi padişahı senin sıradan bir kölendir. ... ...Hazret-i Şems: - Mevlâna'nın benim için söylediği doğru değildir diyemem fakat yüce Allah'a tekrar tekrar yemin ederim ki yüzbinlerce benim gibi Şems-i Tebrizi onun büyüklük güneşi karşısında bir zerreden başka bir şey değildir ... | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:40 pm | |
| Gayb Aleminden Hediye
Uzun kış gecelerinden birinde bir yerde Hazreti Şems Sohbet ediyordu. Ortalık soğuktu her taraf çatır çatır buzdu. Orada bulunan ve Hazreti Şems'e imanı olan bir aziz: - Şimdi bir demet gül olsa da gözümüz gönlümüz ısınsa!... diye naz ve niyaz edince Hazreti Şems hemen anında dışarıya çıkarak elinde görülmedik güzellikte hoş kokuşu bir demet gülle geri dönünce herkes. - Allah Allaaaaah! Sübhanallah!... Fetebârekâllâhu ahsenûıl halikîn ... diye ayılıp bayılınca Hazreti Şems şu açıklamyı yaptı:
- Bu keramet değildir! Arifler arasında zerafet derler buna! Bu dostların dileğiyle oldu. Aahsenül Halikin olan yüce Allah samimi arzunuzu yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi! | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:40 pm | |
| AYAKKABININ ÇAMURU
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek;
"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı.
Kapıyı açan mecûsî;
"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;
"Sizden özür dilemeye geldim." dedi.
Mecûsî hayretle;
"Ne özrü?" diye sordu. O da;
"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince
Mecûsî hayretle;
"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî;
"Doğru ama bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi.
Mecûsî;
"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca;
"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi.
Mecûsî;
"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:41 pm | |
| KURTLARIN VAZÎFESİ
Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine;
"Bâyezîd-i Bistâmî'nin yanına gideyim. Eğer açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım." diye düşündü. Bu düşünce ile Bâyezîd-i Bistâmî'nin bulunduğu yere geldi.
Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki;
"Biz kerâmetlerimizi talebelerimizden Ebû Saîd Râî'ye havâle ettik. Sen ona git."
Bu kimse gidip Ebû Saîd Râî'yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor koyunlarına da kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Saîd Râî asâsını ikiye bölüp bir parçasını gelen kimsenin tarafına diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat Ebû Saîd tarafında bulunan üzümler beyaz gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah idi. O kimse üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu.
Ebû Saîd Râî;
"Ben Allahü teâlâdan yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi." buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip kaybetmemesini tenbih etti.
O kimse kilimi alıp hacca gitti. Fakat kilimi Arafat'da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde Bistâm'a Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim Bâyezîd-i Bistâmî'nin önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra böyle yüce bir zâttan kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istigfâr edip Bâyezîd-i Bistâmî'nin talebeleri arasına katıldı. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:41 pm | |
| Aynen Senin Gibi Olmak İsterim
Bir gün Azizan Hazretlerine hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok... Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada paça satan bir genç elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var... Genç: -Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz. Diyor. Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp: -Senin getirdiğin bu yemek sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki Allah dileğini verse gerektir. Genç: -Aynen senin gibi olmak isterim. Diyor. Bu çok güç bir şey... Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin! Cevabını veriyor Azizan Hazretleri... Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor: -Benim âlemde tek muradım bu... Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak... Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum! -Peki diyor Azizan Hazretleri; öyle olsun! Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40'ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir. | |
|
| |
| Dini Hikayeler Arsivi | |
|