| Dini Hikayeler Arsivi | |
|
|
|
Yazar | Mesaj |
---|
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:30 am | |
| Çobanın Aşkı >> > Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey >>bilmediğinden mi >> >konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez arkadaşı anlatıyordu >>onun halini: >> > >> >- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim diyordu yemiyor >>içmiyor işi >> >gücü gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr >>etmiyor son >> >bir çare diye geldik size. Halbuki “sen bir garip çobansın o >>padişahın >> >kızı davul bile dengi dengine” dedim ya dinlemiyor efendim ama >>herhalde >> >aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar değil mi efendim... >> > >> >İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş iskeletinin üstüne >>deriden bir zırh >> >giydirilmişcesine >>zayıf çelimsiz saçı sakalına karışmış uzaklara dalıp >> >dalıp giden gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı >>süzüyordu. >> >Sonra bir ah çekti yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren >>delikanlıya >> >çevirip tebessüm etti. >> > >> >- Kolay evlat kolay dedi ç****izseniz çare sizsiniz. Ve tane >>tane >> >anlatmaya başladı. >> > >> >İki genç çobanın çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine >>derman >> >aradıkları ihtiyar adam aslında padişahın bütün dertlerini >>paylaştığı her >> >meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini >>tanıyıp >> >sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam >>edecekti ve >> >kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu >>kulübede yaşıyor >> >gelen geçene ikram edip gül alıp gül satıyordu. Padişahın >>kızının aşkıyla >> >eriyip muma dönen genç çoban ve >>yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu >> >garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. >> > >> >Aşık genç ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra her >>şeyin >> >bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve >>tertemiz >> >teslimiyetiyle: >> > >> >- Sahiden bu kadar kolay mı efendim dedi yani o mağarada elimde
>>tesbih >> >kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim onunla >>evlenebilir miyim? >> > >> >- Evet dedi bilge kırk gün o mağarada gece gündüz Allah >>diyeceksin kırk >> >gün sonra padişahın kızı senindir. >> > >> >İki dost hemen yola çıktılar aşık çobanın yüzüne kan dizlerine >>derman >> >yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp elinde tespih >>gönlünde >> >aşk yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm mağaranın >>yolunu tuttu. >> >Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü >>dualar etti gözlerini >> >kapattı kalbini padişahın kızına bağladı eline tesbihini aldı >>ve dudakları >> >kıpırdamaya başladı: Allah Allah Allah... >> > >> >Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi >> >kovalayadursun mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan >>sarmıştı. >> >Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen >>gençten >> >bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar çe ş me başında >>kadınlar tarlada >> >işçiler top oynarken çocuklar herkes onu konuşuyordu: >> > >> >- Şu karşı mağarada bir genç varmış kendini Allah'a adamış gece >>gündüz >> >durmadan Allah diyormuş Allah Allah ...” >> > >> >Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban mağaraya >>geldiğinde >> >üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı >>dudaklarının da >> >kıpırdamadığını görünce uyuyakaldı >>herhalde diye düşündü. Tespih >> >tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini >>görünce de bu >> >nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam >> >> >karşısında arkadaşını görünce günlerdir yalnızlığıyla >>paylaştıklarını >> >birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası >>geçmişti o >> >durmadan Allah diyordu ama ne padişahın kızı vardı ne bir >>haber ne bir >> >ümit kırıntısı... Acaba diyecek oluyor yutkunuyor hayır diyor >>tespihine >> >bakıyor bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye >>çalışıyor >> >avuçlarını sıkıyor gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında >>dostunun >> >gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. >> > >> >Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı gözlerini kapattı >>boynunu neye >> >bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü dudakları >>kıpırdamıyordu >> >artık sustu gece mağaranın duvarları sustu tükendi her şey >>hiç tükendi >> >an bitti sadece bir söz kaldı: Allah... >> > >> >Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala mağaradaki dervişin namı >>bütün ülaaai >> >sarmış nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. >>Meselenin aslını >> >merak eden padişaha bu insanların bir yerde sürekli >>kalmadıklarından >> >bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden ne yapıp-edip bu >>dervişi >> >ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun >>bahsetti >> >başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah nasıl >>yapması >> >gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi dağ >>kulübesinin yolunu >> >tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini >>anlattı derman >> >diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan o dervişi veziri >>yapmaya >> >sancak-tuğ vermeye >>kadar saydığı her şey bilgenin: >> > >> >- Hünkârım gönül erleri mala-mülke makama-mansıba itibar >>etmezler >> >demesiyle son buldu. >> > >> >Kaderdi bu padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz >>çöktürür birinin >> >derdini diğerine derman eyler ikisini de aynı tebessümle >>bahtiyar ederdi. >> >Güldü ihtiyar: >> > >> >- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım dedi. >>Şaşırma >> >sırası padişaha gelmişti. >> > >> >- Nasıl yani diyebildi bu şerefi bize lütfederler mi kabul >>ederler mi? >> > >> >Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının >>üstünden... >> >Padişah ve ihtiyar bilge en önde arkalarında vezirler onların >>arkasında >> >halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir >>mana >> >vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı mağaraya doğru yürümeye >>başladılar. >> >Bu arada bizim >>aşık kendinden öylesine geçmiş tespihiyle öylesine bir >> >olmuştu ki gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir >>şey >> >bulamasalar şaşırmazlardı. >> > >> >Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi ellerini >>birbirine >> >bağladı duyulması güç bir sesle; >> > >> >- Efendim dedi sizi ziyarete geldik. >> > >> >Yavaşça başını çevirdi aşık sonra bütün vücuduyla döndü >>gözlerinde en >> >ufak bir şaşkınlık em****i yoktu sapsarı bir heykel gibiydi. >>Herkes heyecan >> >içinde. Vezirler halk genç çoban mağara tespih sessizlik >>duvar... >> >Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş kafasını mağaranın içine >>doğru >> >uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. >> > >> >Padişah meramını anlattı türlü tekliflerde bulundu. Ne saray ne
>>vezirlik >> >ne tuğ ne de sancak hiç birinde gözü yoktu dervişin. >> > >> >- Efendim >>diyebildi en son sessizce benim bir kızım var efendim zat-ı >> >âlinize layık değil belki ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi >>bahtiyar >> >edersiniz... >> > >> >Kırk günlük çile nihayet bitmiş olmaz denilen olmuştu. İşte aşık >>maşukuna >> >kavu ş acak murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten >>ağlıyordu. >> >Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun cevabı verilsin diye >>yaratılmıştı. >> >Sessizlik ilk defa bağırmak haykırmak istiyordu ve bütün gözler >>genç >> >adamdaydı. >> > >> >Usulca doğruldu oturduğu yerden etrafını şöyle bir süzdükten
>>sonra >> >gözlerini padişahın gözlerine dikti sarhoş gibiydi. Kendinden >>emin bir >> >ifadeyle: >> > >> >- Hayır dedi kızınızı istemiyorum. >> > >> >Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu >>halk hayret >> >içindeydi vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor bilge >>tebessüm ediyordu. >> >Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip birden ileri >>atılarak >> >bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi kulağına eğilip: >> > >> >- Sen ne yapıyorsun dedi kırk gündür bu çileyi ne diye çektin >>sen neyi >> >reddettiğinin farkında mısın? >> > >> >Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: >> > >> >- A dostum dedi ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim >>Allah >> >padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah >> >deseydim... | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:30 am | |
| Gözyaşı... Rivâyet olundu:
Kıyâmet günü olduğu zaman cehennemden dağ gibi bir ateş kütlesi çıkar. Ümmet-i Merhumenin üzerine hücûm eder. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri ümmetinden o ateşi defetmeye çalışır. Bir türlü ateş sönmez. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri:
-"Ey Cebrâil yetiş! Yetiş! Ateş ümmetimi yakmak istiyor!" der. Cebrâil Aleyhisselâm elinde bir bardak su ile gelir. Cebrâil Aleyhisselâm o bardak suyu Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretlerine uzatır ve şöyle der:
-"Bunu al ateşin üzerine dök!"
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri o bir bardak suyu alır dağlar gibi yükselip ümmetin üzerine gelen ateşin üzerine döker; ateş hemen o anda sönüverir.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri Cebrâil Aleyhisselâm'a sorar:
-"Ey Cebrâil bu ne suyu idi? Ateşi söndürme yönünde bundan daha etkili bir su görmedim?" Cebrâil Aleyhisselâm:
-"Bu senin ümmetinin göz yaşlarıdır. Halvette (yalnız kaldıklarında sırf) Allâh korkusundan ağlayıp akıttıkları göz yaşlarıdır! Allâhü Teâlâ hazretleri bana emretti; ben ümmetinin göz yaşlarını topladım senin ona olan ihtiyaç vaktine kadar sakladım! Senin onlarla cehennem ateşini söndürmen için şu ana kadar muhafaza ettim!" der. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:33 am | |
| Ayakkabıcı yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle. Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda adam dükkandan dışarı fırlayıp: - Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!. Çocuk ona dönerek: - Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik. - Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü: - Keşke vicdanımız eksik olacağına ayaklarımız eksik olsa idi. Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp: - Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki? - Çok basit!. dedi adam. Eğer vicdan yoksa cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler... Küçük çocuk bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi. Adam vitrini işaret ederek: - Baktığın ayakkabı sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin? Çocuk başını yanlara sallayıp: - Üzerinde 30 lira yazıyor dedi. Almam mümkün değil ki!. - İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp: - Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki? - Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı bu sözlere yatmıştı. Adam devam ederek: - Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu. - İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır. - Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir sattım gitti!. Ayakkabıcı çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek. - Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana bunu satsan memnun olurum. Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı para eder mi? - Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın bence en az 30-40 lira eder. Küçük çocuk art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra 10 liralık banknotu geri vererek: - Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!.. Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip: - Babam haklıymış!. dedi. ‘Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!’ demişti. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:34 am | |
| Birgün Emir Süleyman Pervane Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulumuştu. Mevlana dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana bir zaman düşündükten sonra: - Emir Pervane Kur'anı ezberlediğini duyuyorum doğru mu? Dedi. Pervane: - Evewt. - Ayrıca Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum. - Evet doğrudur. Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu: - Mademki Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsan benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın. Pervane bu sözler üzerine ağlıyarak dışarı çıkar. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:34 am | |
| HZ .Musa ve çoban Bir kişinin ibadet ettiği Tanrısına derin saygı ve hürmetini hangi yolla ifade ettiği pek önemli değildir. Önemli olan ibadetinde ne kadar samimi olduğudur. Tanrının bir evinde biz insanları şapkalarını taşımadan girdiklerini görürüz. Hindistanda İranda Arabistanda insanlar ise camiye giderlerken başlarına türban takarlar. Bu onların örf ve adetidir. İnsan dua ederken ayakta mı duruyor oturuyor mu diz mi çöküyor veya yere uzanıp secde mi ediyor ya da topluluk halinde yalnız olarak mı ibadet ediyor ! Bunların hiçbirinin önemi yoktur. Önemli olan ibadet eden kişinin saf ve temiz olması ve kişinin zihin ve his dünyasının Tanrıyla bağlantı halinde olmasıdır. Samimiyet ve ciddiyet ve doğruluk bu konuda çok önemlidir.
Bir çiftçinin çocuğunun hikayesi bu konuyu çok güzel anlatır. Bir çiftçinin çocuğu günlerden bir gün babasının davarlarını ormanda güderken köyünde bir din sahibi hocanın geldiğini öğrenir. Bu hoca Tanrı hakkında insanlara bilgi vermekte ve Tanrının isimlerini övmekte ve yüceltmektedir. Çocuk duyduklarından çok etkilenir ve tekrar ormana koyun gütmeye gittiğinde içine doğal olarak bir ibadet etme Tanrıya yönelme isteği duyar. Ormanda yalnızken yüksek sesle Allah’la konuşmaya başlar. “Allah’ım senin hakkında çok şeyler işittim. Sen ne kadar iyiymişsin ne kadar nazikmişsin. Şu anda yanımda olmanı çok isterim.O zaman sana büyük saygı ve hürmet gösterirdim. Koyunlarıma dikkat ettiğimden daha çok sana dikkat ederdim. Hatta en sevdiğim tavuklarımdan bile sana daha çok ilgi gösterirdim. Yağmur yağsa seni benim ahırımda korurdum. Soğukta ise sana kendi yorganımı verirdim. Güneşin sıcağında da seni yıkayarak korurdum. Kucağımda seni uyutur ve şapkamla da seni serinletirdim. Daima sana bakar dikkat eder seni kurtlardan da korurdum. Kuvvet helvası ekmeğinden yedirir ayran içirirdim. Eğlenmen için şarkı söyler dans eder ve kavalımla senin için müzik çalardım. Allah’ım ne olur gel beni ziyaret et. Gör ben sana nasıl bakarım.” O sırada Musa Tanrının elçisi aynı yerden geçer. Bu genç çocuğun tüm dediklerini duyar ve çok kızar. Çocuğa seslenerek “delikanlı ne kadar aptal birisin ki Tanrıyla böyle bir konuşma içine girebildin. O tanrı ki bilinmeyen ve görünmeyendir. Gökyüzündedir onun önünde dayanabilecek hiçbir kuvvet hiçbir güç yoktur. O en güçlü en kuvvetli odur. Her türlü şeklin ismin ve rengin ötesindedir. Her türlü insanın yapabileceği mukayesenin ve düşüncenin üzerindedir o.” Musa peygamberin laflarını duyan genç çok üzülür ve korkar yaptığından dolayı. Yürümesine devam eden Musaya biraz sonra Allah-ü Tealadan bir vahiy gelir. “biz senin bu işte hiç de hoşnut değiliz. Sen bizi bilmediği halde yine de bizi çok seven bir kulumuzun kalbini kırdın ve üzdün. Bizden uzaklaştırdın. Belki o bizi senin bildiğin kadar bilmiyordu ama genede bildiği kadar anladığı kadar bize yönelmişti. Onun kapasitesi o anda o kadardı. Bizi sevenlerimizin tümü farklı şekillerde ve sevgilerinin farklı kapasitelerine göre bizi resimlendirirler. Ve biz hangi şekil ve kıyafetle olursa olsun bize gönderilen sevgilerini algılarız. Onlar hepsi bizim yarattığımız mahlukattır.ve biz onlar hatta güneşe bile tapsalar gene onların tapması ibadeti bizedir. Biz kendi çocuklarımız arasında seni onları birleştiresin diye yolladık. Yoksa bizden uzaklaştırasın diye değil.” Şayet Allah’a ulaşmada ilk adımın ona olan samimi ve doğru aşktan geçeceğini bilsek onun farkına varsak bildiklerimizi hemen açığa vurmaktan çok tereddüt ederdik. Ve hiç kimseyi asla kafir ve putperest olarak adlandırmazdık. Ve bu dünyada hiç kimseyi de değersiz olarak tanımlamazdık. Bir kişinin Tanrıya nasıl ibadet ettiğini bilmemiz mümkün değildir. Onun kalbindeki samimiyeti bilemeyiz. Ve en önemlisi de gerçekten bu samimiyettir. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:35 am | |
| Adam kapıyı açtığında polislerle karşılaştı . Heyecanla sordu : -Bir şey mi istediniz efendim ? Komiser olan cevap verdi : -Evinizi soyan hırsızı yakaladık beyefendi . Adam genci bir müddet süzdükten sonra ; " Buyurun içeri girin ! " diye kenara çekildi . Hep birlikte oturma odasına geçtiler . Adam önce polisin sonra gencin elini sıktı . - Geldiğinize sevindim . Bu gençle tanışmayı da çok arzu ediyordum . Polislerden biri lafa karıştı : - Bu delikanlı sivil polis değil hırsızdır . -Hırsız olduğunu biliyorum ama artık şikayetçi değilim . Herkez şaşırmıştı . Adam misafire şeker ikram ettikten sonra konuşmaya devam etti ; -Evim soyulmadan önce geç vakitlere kadar oturur haliyle sabah namazlarına bazen kalkamazdım . Ve çok istediğim halde günde bir sayfa bile Kur'an-ı Kerim okumaya vakit bulamazdım . Kıldığım namazlar da aceleden hep yarım yamalak olurdu . Delikanlı beni bu gafletten kurtardı . Çünkü televizyonumu çalmıştı . | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:35 am | |
| ÜÇ SuÂl Ve Bİr Cevap Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde talebelere bir ker****le teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler Şems-i Tebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz ama görünmez göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci derhâl zamânın kâdısına gidip dâvâcı oldu. Ve; "Ben soru sordum o başıma ker**** vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim bana Allahü teâlâyı göster de inanayım dedi. Şimdi bu felsefeci başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır fakat görünmez. Yine bana şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup söz söyleyemez hâle düştü. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:35 am | |
| Kİmsenİn GÖrmedİĞİ Yerde... Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve fazîletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu pek ziyâde seviyor diğer talebeler bu hâli çekemiyorlardı. Talebelerinin bu hâli Cüneyd-i Bağdâdî'ye mâlûm oldu. Talebelerinin eline birer kuş verdi ve;
"Her biriniz bu kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayıp getirsin." buyurdu.
Hepsi de kendilerine verilen kuşları aldılar varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdâdî;
"Niçin boğazlamadın?" buyurdu.
"Hocam! Siz; "Kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayın." demiştiniz. Ben ise ıssız bir yer bulamadım. Her yeri Allahü teâlâ görüyor." deyince
Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"Arkadaşınızın firâsetini gördünüz mü?" Bunun üzerine; tövbe edip boyunlarını büküp Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden affedilmelerini dilediler. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:36 am | |
| Şeytanin PİslİĞİ Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp;
"Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı." deyip kendi başına bir yere çekildi.
Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî'ye arzettiklerinde Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış Ona;
"Seni bu gece Cennet'e götürürlerse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle oku." buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet'e götürdüler. O kimse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip talebeler arasındaki yerini aldı.
Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel'ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur." | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:36 am | |
| SAĞIR KÖR DİLSİZ VE TOPAL HANIM!
İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit daha bekar iken temiz ahlâklı takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar." dediler. Sâbit aramalardan sonra bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al yahut helâl et." dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini görüp hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; "Helâl etmem için ne vereceksin?" diye sordu. Sâbit; "Altın istersen altın gümüş istersen gümüş." dedi. Bahçe sâhibi; "Ben altın gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim." dedi. Sâbit; "Teklifin nedir?" diye sordu. Bahçe sâhibi; "Benim bir kızım var; gözleri görmez kulakları duymaz dili söylemez ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim." dedi. Sâbit kendi kendine; "Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir." deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi teklifinin kabûl edildiğini görünce böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada gâyet süslü güzel sağlam görür işitir konuşur yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine; "Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı?" dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; "Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim!" dedi. Sâbit ona; "Baban seni bana kötüledi. Kördür sağırdır dilsizdir kötürümdür." diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır." dedi. Nikâhlısı kız; "Bu bir sırdır izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine gitmez bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur." dedi.
Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; "Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin." dedi. Haramlardan ve şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:36 am | |
| Sen mürşid-i kamili ne sanırsın?
Sünbül Sinan hazretlerinin Muhammed Çelebi isminde bir talebesi anlattı: “Sünbülî tarîkatının şeyhi olan Sünbül Sinân hazretlerine talebe olmuştum. Dergâhında bulunuyor onun hizmetiyle şerefleniyordum. Bir gün kendisinden izin alarak Gelibolu'ya gitmiştim. Orada bir haram işleme durumu ile karşı karşıya kalmıştım nefsim harama meyletti. Tam onu işlemek üzere idim ki yanımda hocam Sünbül Sinân’ı gördüm. Onu görür görmez utancımdan kıpkırmızı oldum. Ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde haramdan uzaklaştım. Bir gemiye binerek İstanbul’a geldim. Hemen dergâha koştum. Hocam Sünbül Sinân ile kapıda karşılaştım. Beni görünce; “Ey Çelebi! Sen mürşid-i kâmili ne zannedersin? O talebesini gözetmez ise şeytan ve nefs onu hevâsına uydurup helâk eder çabucak tövbe-i nasûh eyle. Bir daha da böyle işleri yapmaya kalkma." buyurdu. Bundan böyle nerede bir haram ile karşılaşsam hemen hocam hatırıma gelir onun himmeti bereketi ile haramlar gözüme çok kötü hâlde görünürdü.” | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:37 am | |
| CENNETE İLK GİREN KOCASINA SADIK KADINDIR Hazreti Fatımatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babası Peygamberimiz (s.a.s.)'e:
— Babacığım cennete en önce kadınlardan kim girecek? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.s.):
— Falan mahallede bir kadın var. O kadın ilk cennete girecek kadındır buyurdular.
Hazreti Fatıma çok merak etmişti:
— Benden de mi evvel girecek babacığım? diye sordu. Hazreti Peygamberimiz:
— Senden de evvel girecek istersen git de bir tanış. O zaman sen de neden önce onun gireceğini öğrenirsin buyurdular.
Hazreti Fatıma'nın o kadın hakındaki merakı iyice artmıştı. Bir gün kadının evini sora sora buldu kapısını çaldı içerden ihtiyar bir kadın sesi duyuldu:
— Kim o?
Hazreti Fatıma kendisini tanıtıp görüşmek istediğini söylediğinde kadın:
— Canım sana feda ey Allah Resulünün kızı. Sizinle çok görüşmek arzu ederdim. Fakat dışarı çıkmadığım için ziyaretinize gelemedim. Sizin beni arayıp bulmanız benim için bir lütuftur. Ancak ne var ki ben kocamdan izin almadan size kapıyı açamayacağım. Sizden çok özür dilerim. Yarın gelirseniz içeri girmeniz için izin alır kapıyı açarım görüşürüz dedi.
Hazreti Fatıma geri gitti kadın da meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. İkinci gün kadınla görüşeceğine emin olarak gelen Hazreti Fatıma yanına Hazreti Hasan'ı da alarak geldi. Kadının kapısını çalarak geldiğini bildirdi. Fakat kadın Hazreti Fatıma'nın yanında bir çocuk bulunduğunun farkına varmıştı. Hazreti Fatıma'ya:
— Yanınızda bir de çocuk var. Ben yalnız sizin için izin almıştım içeri siz girebilirsiniz fakat çocuk dışarda kalır isterseniz yarın gelin onun için de izin alayım beraber içeri girersiniz dedi.
Hazreti Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Üçüncü gün yanına Hazreti Hüseyin'i de alarak gitmişti.- Kapıda yine aynı durumla karşılaşarak Hüseyin'i içeri alamayınca geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Üçüncü gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü için de izin almıştı içeri girdiler. Hazreti Fatıma bir de baktı ki içerde kendisini karşılayan dışarda sesinden tanıdığı kadın değil. Genç ve güzel bir kadın... Hayretle sordu:
— Sizinle dışardan konuşurken sesiniz başka idi şimdi başka bu nasıl oluyor? dedi.
Kadın;
— Sizinle konuşurken sesim dışarıya çıkmakta idi. Ben de sesimi yabancı erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım dedi.
Hazreti Fatıma'nın gözleri yaşarmıştı. Babasının neden cennete evvelâ bu kadının gireceğini söylediğini anladı.
Kadın Hazreti Fatıma (r.a.)'ya:
— Ey Allah'ın Resulünün kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? "Allah beni kocama itaatsizlikten dolayı hesaba çeker diye korkuyorum dedi.
Hazreti Fatıma babasının müjdesini bildirdi:
— Hayır! Sen bil'akis babamın cennete ilk girecek kadın diye müjdelediği birisin. Hiçbir kadın sizin yaptığınızın onda - birini bile yapamaz dedi.
Ve cennete ilk girecek olan kadınla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrıldı. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:37 am | |
| Ömer'in Müslüman Oluşu Bir perşembe gecesi Habîb-i ekrem 's.a.v.' Ömer 'r.a.' hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu. Buyurdular ki - Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.
Ertesi gün Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar. - İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ 's.a.v.' zuhûr edip âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki yâ Ömer bu denli kudret ve heybetin izzet ve satvetin var iken putlara yardım etmeyi onu öldürmeği düşünmüyor musun diye tahrîk etdiler.
Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle kılıncını takındı. Resûlullah 's.a.v.' hazretlerini öldürmeğe giderken Benî Zühreden Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine rastladı. - Yâ Ömer nereye gidersin dedikde cevâb verip - Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen Muhammedi katl etmeğe gidiyorum dedi. Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki - Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var işine git deyince Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki - Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise evvelâ seni katl edeyim. Nu'aym hazretleri dedi: - Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir. Ömer bu haberi işitince gadabı dahâ fazla olup nereden ma'lûm onların müslimân oldukları dedi. Nu'aym dedi: - Eğer inanmaz isen kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise o zemân bilmiş olasın ki onlar islâm dînine girmişlerdir. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o tehevvür ile gidip kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki okudukları kelâm hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât muhâcirînden Habbâbı 'radıyallahü anh' onlara göndermişdi. Onlara o sûrenin âyetlerini ta'lîm ediyordu. O vakt bunlar hazret-i Ömerin korkusundan kapıyı bağlamışlardı. Ta'lîm ile meşgûl iken hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe istidâdlı kalblerine ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi içeride olanlar korkularından susdular. Habbâbı 'radıyallahü anh' gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp kapıya bakdılar ki gelen hazret-i Ömerdir 'r.a.'. Kılıncı yanında heybetle ve satvetle gelmiş ki yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi - Hoş geldiniz deyip içeri alıp oturdular. Gelmelerinden dolayı yiyecek tedârik edip koyun getirdiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer ezelî kelâmın te'sîrinden mest olmuş ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise taâmı pişirip ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne edip yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra süâl buyurdular ki; - Okuduğunuz ne idi. Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki - Bilmiş olunuz ki ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp o da'vâ ile geldim ki varıp Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki o kötü fikr benden gidip kalbime şevk ve muhabbet dolup beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip getirin okuduğunuzu dinleyelim dedi. Kız kardeşi ve eniştesi bu sözü işitdiklerinde sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek dediler ki - Okuduğumuz Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile Resûl-i ekrem 's.a.v.' hazretlerine indirmişdir. Dinlemek istersen evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım göresin.
Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp huzûr-ı kalb ile gusl edip gelip kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp ta'zîm ve tekrîm ile sûre-i şerîfi eline alıp (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip Kur'ânın eseri açığa çıkıp küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı. Dedi ki beni iki cihânın fahri Muhammed Mustafâ 's.a.v.' hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat perde arasından dışarı çıkıp dedi ki - Yâ Ömer müjdeler olsun sana ki Allahü teâlâya Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin etdiği düâsı senin hakkında kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun. Sevinerek önüne düşüp hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvâaaaaahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazret-i Ömerin geldiğini görünce hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler. - Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir buyurdu. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i Peygamberin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki - Yâ Ömer dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu? Hazret-i Ömer Peygamberin mubârek cemâline nazar edip kelâmını duyup nazarlarına kavuşunca hemen karârsız kalmayıp yüksek dergâhlarına yüz sürüp sonra - Yâ Resûlallah hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle dedi. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı güzîn 'rıdvâaaaaahi teâlâ aleyhim ecma'în' tekbîr getirip sürûr-ı kalb ile hazret-i Ömer ile kucaklaşıp boynuna sarıldılar. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah 's.a.v.' buyurdu; - Su getirdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' temizlenip gusl eyledi. Ona Kur'ân ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki mağara gibi gizli bir yerde dururlar. Dedi ki - Yâ Resûlallah! Bu ne aaafiyetdir ki bu mağarada ihtifâ buyurdunuz. Se'âdet ile buyurdular ki - Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki - Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz Hâlıka gizli taparız yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim bize kim mâni' olur. Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalkıp Sahâbe-i güzîn 'rıdvâaaaaahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile berâber hazret-i Ömer önlerinde elinde yalın kılınç Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde sevinip dediler ki - Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir ki getirip karşımızda kırmak ister. Yanlarına geldiklerinde gördüler ki hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı. - Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki sihrle Muhammed onu aldatır kendine uydurur. Siz dediniz ki böyle olmaz. Eyvâh gelin görelim şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm) Durun ben geliyorum bize kıyâma durun Genç ihtiyâr yaşlı hepsi efendi köle olsun. Dîn-i islâmı teblîg için Allah gönderdi Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'. Açığa çıkardı güzel islâm dînini Putlar yıkıldı kalmadı hükmleri. Döndüm Hakka bunun dînine girdim Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!
Kâfirler bu hâli görüp içlerinde telâşlanıp it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la'în yüksek sesle dedi ki - Görün Muhammedi ki Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı. Bu işler bize azdır. Dedim gelin onlar çoğalmadan öldürelim aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu. Kâfirler hazret-i Ömerden korkup hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup kaldı. Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ileri yürüyüp Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ'be-i şerîf arasında durup nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp Kâ'beyi ta'vâf etdiler. İbni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' müslimân olması mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i mu'azzamada müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl edilmişdir ki hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' îmâna geldikde Peygamberimiz 's.a.v.' hazretleri mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne koyup üç kerre buyurdular ki - Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp onun yerine îmân ve hikmeti ver. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:37 am | |
| Şeytan yolunu değiştirir Hazret-i Resûl-i ekremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde oturan Kureyş hâtunlarından birisi yüksek ses ile konuşurken hazret-i Ömer 'r.a.' gelip içeri girmeğe izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp sür'atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere 'r.a.' izin verilip içeri girdi. Bakdı ki hazret-i Resûl-i ekrem 's.a.v.' gülüyordu. Ömer 'r.a.' dedi ki - Allahü teâlâ hazretleri mubârek dişlerini güldürsün yâ Resûlallah! Neden dolayı gülersiniz. Server-i kâinât hazretleri buyurdular ki - Bu hâtunlara hayret etdim ki benim yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini işitdiler kaçıp perde arkasına girdiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' dedi ki: - Yâ kadınlar! Beni görünce Resûlullahın huzûrunda olduğunuz hâlde niçin korkup kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup korkmuyorsunuz! Hâtunlar perde arkasından dediler ki - Yâ Ömer! Sen yaratılışda şiddetli ve gadablısın. Server-i kâinât buyurdular ki; - Ey Hattâb oğlu! Sen sözünden ferâgat et! Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki şeytân yolda sana rastlasa o yolu bırakıp başka yola sapar yolunu değişdirir.
[Peygamberimizin 's.a.v.' kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden evvel idi. Hicâb âyeti gelince kadınlar ile bir arada oturmadı.] | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:38 am | |
| Hızırı Görmek İstiyorum Vaktiyle saf-temiz bir adam Hazreti Hızırı görmek dredine görmüş. Ona birileri: "- Filan çöle gideceksin filan istikamete doğru yürüyeceksin işte oralarda bir yerlerde Hızır'ı görebilirsin demiş. O da inanmış o çöle gitmiş ve o istikamete doğru yüürmeye başlamış. Gariban adam çölde epeyce yürümüş. Bir müddet sonra birisiyle karşılaşmış: "- Selâmun aleyküm..." "- Aleyküm selâm." "- Hayırdır yolculuk nereye kurban?" demiş karşılaştığı adam. "- Ben Hızır'ı görmek istiyorum. bu çölde bu istikamete gidersem görebleceğimi söylediler.... Gidiyorum işte...." "- Peki Hızır'ı görünce tanıyabilecek misin?.. Saf adam: "- Vallahi o hiç aklıma gelmedi demiş. "- Üzülme... Ben sana tarif edeyim: Benim gibi kara kuru seyrek sakallı bir adamdır. "- Eyvallah kurban demişler ve birbirlerinin tersine yürümüşler.
Çok geçmeden aklı başına gelmişgeri dönmüş ama kara kuru seyrek sakallı Hızır (a.s.) sır olup gitmiş.
Adamcağız kulağını kaşımış ve... "- Hay Allah kaçırdık." demiş. Hızır'ı kaçırdığına pişman olmuş. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:43 am | |
| DİRİLEN ÖLÜ
Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor: “Gözleri görmeyen yaşlı bir hanımın Saib adında bir genç oğlu vardı. Daha hayatının baharında olan bu delikanlı Medine vebasına yakalanmıştı. Uzun zaman hasta yattı. Bir gün delikanlının ziyaretine gittik. Fakat maalesef biz orada iken delikanlı ruhunu teslim etti. Bizde gözlerini kapadık ve üzerine elbisesini örttük. İçimizden biri annesine:
- Onun için Allah’a dua et. dedi. Annesi:
- Ama o öldü. dedi. Biz:
- Olsun sen yine de dua et. dedik. Bunun üzerine kadın çocuğun ayak ucuna oturdu ayaklarını tuttu ve:
- Allahım ben isteyerek sana iman ettim. Senden korktuğum için putları bıraktım. Arzumla sırf senin için hicret ettim. Allahım puta tapanları bana güldürme gücümün yetmeyeceği bu yükü bana yükleme.’ diye dua etti.
Alah’a yemin ederim ki kadın sözünü bitirir bitirmez çocuk ayaklarını kımıldatmaya başladı. Sonra da yüzünden örtüyü attı. Rasulullah (A.S.) ve annesi vefat edinceye kadar da yaşadı.” (Hayatü’s-Sahâbe) | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:43 am | |
| Böyle sevebiliyormuyuz.???
Fahr-i Kainat Efendimiz(S.A.V) yüce davasını aleme ilan etmeden önce çevresinde gençlerden meydana gelen bir nur halkası oluşturulmuştu. Öyle ki o kahramanlar halkasının %80 i 10 ile25 yaş arasındaydı. Hz. Ali Hz. Zübeyr Hz. Talha ve Hz. Saad (R.A) gibi sahabeler o cennet ordusuna daha çocuk yaşlarda katılmışlar ve bazıları daha dünyada iken cennetle müjdelenmişlerdi... Bu gençlerden biri olan Zeyd(R.A) peygamber sevgisiyle güneşi dahi söndürebilecek bir aşka sahipti. O öyle bir aşktı ki Taif'te taş yağmuruna tutulan Efendimiz'e (S.A.V) kendizini siper ettiğinde aldığı yüzden fazla yara ona acı yerine lezzet veriyordu... O sıralarda 22 yaşında olan bu genç sahabe O Zat'ı(S.A.V) muhafaza eden melaike ordusunu bile kıskanıyor ve kendisi gibi genç olan diğer sahabeler tarafından O'nun etrafında oluşturulan koruyuc etten duvarın en önünde yer alıyordu. Bu yüce sahabe güneşin ortalığı kavurduğu bir günde gazve'ye hazırlanırken. Peygamberimizin alnında parıldayan ter damlacıklarını gördü. Her bir damla Zeyd'in kalbine bir hançer gibi saplanmıştı. Dayanamadı başını öfaaale yukarı kaldırarak güneşe çevirdi ve hiç kımıldamadan ona bamaya başladı. Fahr-i Kainat Efendimiz(S.A.V) bütün alemleri kuşatan nuraniyetiyle bir şeyler olduğunu hissetmişti. Hemen Zeyd'e döndü ve kolunu tutarak: -Zeyddedi.Ne yapıyorsun.? Güneşi söndüreceksin... Zeydbakışlarını yere çevirdi. Ve peygamberler peygamberinden yansıyan bir nur güneşi ona muhatap etti.Güneş: -Ya Zeyddiyordu. Ben Efendimizi(S.A.V)incitmek istermiyim hiç.? Sadece O'na daha yakın olmayı arzu etmiştim. İman ve sevgi sırrındaki bu akılalmaz hikmet Mekke sokaklarından bir sevda bestesi gibi bütün alemlere yansıdı ve O'nu sevenlerin gönlüne ulaştı. Zeyd'den bütün gençlere bir mesajdı bu. Ve''Onu benim gibi sevmelisiniz!'' diyordu. ''Onu benim gibi sevmelisiniz!'' | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:45 am | |
| Koca Kari İle Hz. Ömer Okuyacağınız hikayeyi bize sahabilerin içinde en çok sayıda hadis rivayet etmiş olan İbn-i Abbas anlatmaktadır. Karanlık bir geceydi; soğuk ve dondurucu bir kış gecesi. Ayaz insanın iliklerine işliyordu. Halife Hz. Ömer'i görüp onunla biraz konuşmak üzere evden çıktım. Her taraf ıssız ve sessiz bütün şehir uykularının en derin rüyalarında soluyor olmalı. Sokaklarda in cin top oynuyor. Yolumun ortalarına doğru önümde insan olduğunu tahmin ettiğim bir karaltı belirdi. Biraz daha yaklaşınca gerçekten insan olduğunu gördüm. Karşımdaki de verdiğim selamı almak üzere başını kaldırıp yüzünü bana çevirince hayretten şaşakaldım. Çünkü önümde benim ziyaretine koyulduğum Hz. Ömer'den başkası değildi. Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken koca bir halifenin yapayalnız sokaklarda dolaşmasını bir sebebe bağlıyamıyordum. Üstelik bu dondurucu kış gecesinde. Merakımı yenemeyerek hemen söze başladım; "gecenin bu saatinde yapayalnız niçin dolaşıyorsun?" Hz. Ömer (r.a) bana sokularak koluma girdi ve işin yoksa beraber yürüyelim diye teklif etti; "hem sana yürüken niçin yalnız başıma gezintiye çıktığımı da anlatırım" diye ilave etti. Ben "zaten sana geliyordum; biraz görüşür sohbet ederiz diye düşünmüştüm. Madem ki böyle oldu; gezinirken konuşuruz." cevabını verdim. İkimiz birlikte yola koyulmuştuk; benim içim içime sığmıyor neredeyse meraktan çatlıyordum. Bir aralık soru soran gözlerimi Halife'nin yüzüne diktim; haydi söze başla; anlat bakalım niçin ayazlı bir gecenin bu saatinde tek başına sokaklarda dolaştığını" demek istiyorum. Halife Hz. Ömer'de zaptedilmez merakımı anlamıştı. Ama başka meselelerden konuşuyor fakat bir türlü gecenin bu saatinde niçin dolaşmakta olduğuna lafı getirmiyordu. Birlikte gezinirken her evin kapısı önünde epeyce bir müddet dikiliyor kulağını kapıya dayayarak içerisini dinliyordu. Evlerin kapılarında dikilip içerden bir ses geliyor mu gelmiyor mu diye dinleye dinleye sokak sokak Mekke mahallelerini dolaştık. Hiçbir tarafta çıt yoktu herkes bölünmez uykularının salıncağında soluyordu. Belki de şu koca şehirde gecenin bu saatinde Halife Hz. ömer (r.a) ile benden başka uyanık olan tek kişi yoktu. Yavaş yavaş Hz. Ömer'in neden gezintiye çıktığını anlar gibi oluyordum. Anlaşılan şehir halkından herhangi birisinin bir derdi bir sıkıntısı yüzünden uykusuz kalıp kalmadığını yakalamak istiyordu. Bu yüzden sokak köpeklerine kadar şehrin bütün canlıları sıcak yuvalarında uyurken müslümanların reisi sıfatı ile Hz. Ömer (r.a.) onlara bekçilik ediyor; onların rahatı için uykuyu kendine haram ederek sokak sokak bu ayazda dolaşıyordu. Bütün mahalleleri kapı kapı dolaşınca şehrin dışına çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onların da kapıları önünde durup ağlama sızlama var mı diye içeriyi dinledikten sonra yolun en ucundaki bir çadıra sıra geldi. Diğerlerinde olduğu gibi bu çadırın kapısında da dikilerek içeriyi dinledik; birbirine karışmış durumdan ağlayan çocuk sesleri geliyordu. Epeyce dinledikten sonra Hz. Ömer (r.a.) kapıyı vurup selamla birlikte içeriye daldı. Evin içi karmakarışıktı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmiş; yüzleri akan yaşların çizgileri ile benek benek kararmıştı. Yaşlıca bir kadın ocağın başına oturmuş hem ateşin üzerinde kaynayan tencereyi karıştırıyor hem de halsizlikten dizinin dibine serilen minicik yavruları susturmaya çalışıyordu. Kadın da bitkin ve halsiz görünüyordu. Bu haline rağmen Hz. Ömer'in (r.a.) selamına gülümser olmasına çalıştığı bir çehre ile aldı. Anlaşılan evine gelenin Halife Ömer olduğunu bilmiyordu. Kim bilir Halife'yi tanımıyordu bile. Zaten gecenin bu ilerlemiş saatinde şehir dışındaki bir çadırın kapısını Halife'nin çalacağını kim düşünebilirdi. Hz. Ömer (ra.) kendini tanıtamadan tatlı bir dille kadına sordu "valide bu yavrular niye böyle durmadan ağlıyor?" Kadın içini çekerek kısaca "iki günden beri açtılar da ondan" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.) "peki niye önlerine yemek koymuyorsun?" diye soracak oldu hıçkırıklar birden kadının boğazına düğümlendi. Durmadan akmaya başlayan gözyaşları arasında bize içini dökmek üzere söze başladı. "Oğlum" dedi Halife Ömer'e "sen şu ateşte kaynayanı yemek mi pişiyor sandın; ne gezer!.. Yavruları avutabilmek için çakıl koydum tencereye; durmadan kaynatıyorum. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu gördüğün yavrular benim anasız babasız yetim torunlarımdır. Oğlum kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehit düştüler. Evin geçimini temin edecek bir erkeğim yok. Ben de hem yaşlı ve hem de kadın halimle halim kalmadı. İşte böyle aç ve perişan kaldık. Soylu bir aileden varlık için büyümüş ve yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızı olduğum için kimseye gidip halimi anlatmaya el açıp bir şeyler dilenmeye de yüzüm tutmuyor. Her şeyi bilen yüce Allah (c.c.) bir sebebini yaratıp rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok." Hz. Ömer (r.a.) kadın dinlerken yanmakta olan bir mumu gibi eriyor yüzü renkten renge giriyordu. Kadının sözünü bölerek üzgün bir sesle "valide şehirde oturan müslümanların emirine Halife Ömer'e neden başvurup durumunu anlatmıyorsun?" diyebildi. O ana kadar kesintisiz olarak gözyaşı döken kadının derin üzüntüsü yerini anlatılmaz bir kin ve kızgınlığa bıraktı. Hiddetten kararan bakışlarını Halifeye dikerek şu sözleri söyledi. "Dilerim ki o Halife Ömer daha dünyada iken bulsun Ahirette de elim yakasından kopmasın." Hz. Ömer (r.a.) kekeleye kekeleye "Niçin Ömer'e böyle beddua ediyorsun valide! Onun bu işte günahı nedir?" dedi. Kadın aynı kızgınlıkla bu sözlerin cevabını yetiştirdi: "evladım!.. Ben şu ihtiyar halimle iki günden beri gece gündüz demeyip yetim avuturken o nasıl rahat yatağında uyuyabilir? O müslümanların reisi baş bekçisi değil mi? Bizler evvela Allah'a sonra do onun eline emanetiz. Gelip de benim halimi nasıl sormaz. Müslümanların reisi olmayı böyle kolay mı sanıyor!.." Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş dolmaya başlayan göz pınarlarını kadından saklayarak "valide haklısın doğru söylüyorsun; ama zavallı Halife'nin işi bir iki değil ki. Kimbilir başını kaşıyacak kadar bile boş zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin halini bilmez ki diye kadının öfkesini dindirmeye çalıştı. Fakat kadın aynı kızgınlıkla sözlerine devam etti. "Madem ki dertlilerin derdini zamanında haber alıp çaresine koşmayacaktı zamanında niye Halife olmayı müslümanların başına geçmeyi kabul etti? Böyle çürük bir mazereti hiç dinler miyim ben? Zavallının işi çokmuş!.. Nedir işi yine savaş mı? Yanında inleyenlerin sesine kulak vermez. Şehrinde açlıkla pençeleşen yavrular yaşıyor. Halife bunlara göz yumarak uzak diyarlardaki şehirlere gaza gaza diyerek asker yürütmekle; gencecik delikanlılarımızın kanını yabancı topraklara akıtarak kadınları bırakmayı marifet mi sanıyor? Benim babam amcam dayım ve gencecik oğlum hep onun ordularında şehit düşmedi mi? Şimdi kim bilir yine nice kadın ve çocukları kocasız ve babasız bırakıp aç ve çıplak bir sefaletin kucağına atacak. Böyle dertlerimize yeni dertler eklesin diye mi biz onu başımıza geçirdik?" Tam bu sırada çocuklar sözleşmişler gibi hep bir ağızdan yanık sesleri ile ağlaşmaya başladılar. Çocukların bastıran çığlıkları kadının öfkesini bir kat daha arttırdı. Ellerini havaya kaldırarak ve sesinin çıktığı kadar bağırarak sözlerine şöyle devam etti: "Bu evdeki canlıların göğüslerinden boşalarak yükselen inilti ve çığlıkları şimşek ve yıldırım eyleyerek Ömer kulunun başına yağdırmasını dilerim. O varsın dul bir kadınla yetim yavruların beddualarını yağmur sansın. aaa elden ona gönlümün dilediği bir bela ver de kıvranırken bizim neler çektiğimizi anlasın. Sen işini bilirsin yüce Yaradanımız." Hz. Ömer (ra.) artık dayanamadı. Dolu dolu olan pınarlarından yaşlar damlamaya başladı. Herkesin durmadan gözyaşı döktüğü bu kederli evde gözyaşlarını görmelerini istemediği için yüzünü herkesten saklamaya çalışıyordu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle "valide haklısın sen yine avut çocuklarını ben hemen dönerim" diyerek kapıya doğruldu. Arkasından ben de yürüdüm. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Kelimenin en geniş manası ile üzgün ve bitkin idi. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Var gücünü kullanarak hızla yol almaya çalışıyordu. Ona yetişmekte güçlük çekiyordum. Doğruca devlet hazinesine vardık. Halife bir un çuvalı seçerek bir yana koydu. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu. Vakit geçirmeden koca un çuvalını sırtlanmaya koyuldu. Gözlerime inanamıyordum. Evet bu İslam Devletinin koca reisi un çuvalını sırtına almak üzere idi. Hemen yanına sokuldum; "aman ey mü'minlerin emiri!.. Ne yapıyorsun? Bari müsaade ver de çuvalı ben sırtıma alayım." Hz Ömer (r.a.) hemen sözümü keserek belki bir saatten beri ilk defa ağzını açıp şu sözleri söyledi. "hayır ey İbn-i Abbas sevgili dostum!... Değil yorgunluktan yere yığılsam ölsem bile bırak; yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküne yardım etmek isteyecek öz dostlar bulabilir fakat her koyunun kendi bacağından asılacağı Ahiret gününde kimse O'nun cezasını paylaşmayacaktır. Kadın doğru söylemişti. Ya vakti ile Hilafeti yüklenmemeliydim. Yüklendiğime göre idarem altındaki tek tek her ferdin huzur ve emniyetini düşünmek zorundayım." Sevgili dostum Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa ilahi adalet onu Ömer'den sorar. Şu yaşlı kadın kimsesiz ve avuttuğu yavrular kimsesiz kalır; sorumlusu Ömer'dir. Bakımsızlık ve sefaletten bir ev çökse vebali Ömer'in omuzlarındadır. Talihsizlik neticesinde yere bir tek damla kan aksa o kan damlası çoşkun bir derya olup dalgaları ile Ömer'i yutar. Kırgın gönüllerin öfke şimşekleri Ömer'in başına boşalır. Bütün matemlerin gözü göze göstermez dumanlarında boğulacak olan da Ömer'den başkası değildir. Ömer her derdin devası her dileğin büyük kapısı ve her lanetin ana ana hedefidir. Yüce Allah'ım aciz bir kul bu kadar ağır ve çeşitli mesuliyet yükünün altından nasıl kalkabilir? Ey Ömer bu kadar yükün altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile... Sözünü bölüp bir parça kederini dindirmek istedim ve dedim ki; "o kadar da üzme kendini ey mü'minlerin emiri... Halifelik yükünü sen üzerine almasan kim bu vazifeyi senin kadar titizlikle yüklenebilirdi. Sen de bütün üstün meziyet ve kabiliyetlerine rağmen nihayet bir insansın. Her yerde vakit geçirmeden kendini gösteren ve yanılmaksızın kılı kırk yaran ilahi adalete ulaşamazsın. Kullara verilen bütün merhametler bir araya getirilerek temiz gönlüne dolsa bile bütün varlıkları kanatları altına alan yaygın ilahi esirgeyicilikle yarışamazsın. Ey iyi yürekli Halife!... Sen şüphesiz ki bir melek değilsin ama adelet ve merhamet kervanının ön safındaki elinde bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adaletine kıyamet günü hem yer hem gök hemde şu sırtındaki un çuvalı aynı zamanda da ben şahitlik edeceğiz. Şüphesiz ki en büyük şahidin de karanlık gecede kara taş üzerindeki siyah karıncaya kadar her şeyi bilen yüce Allah'ın bizzat kendisidir ne mutlu sana ki fani hayatını böylesine ölmez değerlerin sahibi olmak uğruna harcıyorsun. Ne mutlu biz müslümanlara ki dünyanın başka milletlerini padişah diye kan içen canavarlar idare ederken senin gibi ipek yürekli ve geniş görüşlü bir reisin şanlı adalet bayrağı altında gölgelenmenin tükenmez zevkini tadıyor ve bütün dünyaya karşı seninle haklı bir iftihar duyuyoruz." Bu sözlerim galiba Halife'nin üzgün gönlüne biraz neş'e vermişti. Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş bedenine rağmen son gücünü kullanarak yokuşu soluk soluğa çıkıyordu. Damarlarındaki kanı bile donduracak kadar keskin ayaza rağmen alnından ve yüzünden akıp heybetli göğsüne süzülen terlere aldırmıyordu bile. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:45 am | |
| Nihayet koca karının çadırına vardı ki nefes nefese içeri girip çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş takatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Kısa bir dinlenmeden sonra askınlar gibi silkilenerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra eriyen yağa sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye koyuldu. Sönen ateşi kadından çalı çırpı isteyerek kendisi tutuşturdu. Böylece pişirdiği yemeği ayazda çabucak soğutarak yine kendi eli ile kurduğu sofraya koydu. Daha sonra anne ve baba şefkatini bile gölgede bırakacak gülümseyen bir yüz ve bal gibi bir sesle iki günden beri boğazlarından aşağıya tek lokma geçirmemiş olan öksüz yavruları yemeğe oturttu; eli tutmayanlara kendi eli ile yemek verdi. Günlerden beri kara yaslara gömülmüş olan çadırı bir anda sıcak bir sevincin ışıkları aydınlatmıştı. Ağlamalar susmuş yaşlar kurumuş; öfke dinmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Yaşlı kadıncağız Hz. Ömer (r.a.) sırtında un çuvalı ile içeriye girdiği andan beri şaşkınlıktan sanki dilini yutmuştu ağzından tek bir kelime bile çıkmadı. Fakat karnı doyan öksüz torunlarının neşesi odayı sarınca ağır bir uykudan uyanır gibi silkindi; toplandı ve sevinç gözyaşları içinde kim olduğunu hala bilmediği Halifeye şu sözleri söyledi. "Dilerim ki yüce Allah (c.c.) aaa elden seni Hz. Ömer'in Halifelik makamına oturtsun. Oraya Ömer'den çok sen yakışırsın." Yaşlı kadının o karşısındakini tanımadığı için söylediği bu sözlere içinden güldüm; yan gözle Ulu Halife'yi aradım; bu akşam belki ilk defa bu sözler üzerine O da aydınlık bir çehre ile gülüyordu. Bana yaklaşıp gidelim artık diye işaret ettikten sonra kadına döndü; "Valideciğim... Sen yarın erkenden Halifelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatayım. Şimdilik hoşçakal" dedikten sonra birlikte dışarı çıktı gün ağarmıştı. Müezzinin bütün mü'minleri sabah namazına çağıracak olan gür sesi nerdeyse ortalığı çınlatacaktı. Ulu halife uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı. Bana gelince uykusuz gecemden fazlası ile memnundum. Çok şeyler görmüş çok şeyler işitmiştim ve çok şeyleri öğrenmiştim. Gördüklerim işittiklerim ve öğrendiklerim bende ömür boyunca tazelik ve canlılığını yitirmeyecek izler bırakmıştı. Ümit dolu sevinçler içinde Allah Resulü'nün şu sözlerini hatırladım. "Sahabilerimin her biri tek tek gökteki yıldızlar gibidir. Hangisinin peşinden giderseniz hidayetin yolunu bulursunuz." "Ey yüce Allah Resulü!.. dedim içimden" "senin Halifen Ömer'i gördünde mi söyledin bu altın sözleri!... O gün kadın öğleye doğru Halifelik makamına geldi. Ulu Halife zaten daha önce işini maaşa bağlanması için gereken kimselere derhal emir vermişti. Kadın Hz. Ömer'i tanımıştı ama şaşkınlıktan dona kaldığı için dilini döndürüp hiçbir şey söylemiyordu. Ulu Halife onu saygı ile karşılayıp bir yere oturttuktan sonra şöyle dedi: "Valideceğim!.. İşin oldu bundan sonra hem kendi adına ve hem de şehit yavrusu öksüz torunlarının her ay emekli maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın" diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve "Artık Ömer'i affediyor O'na ettiğin bedduaları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi" diye sözlerini bağladı. Akşamdan beri olup bitenleri tümünü iyice anlıyan kadın gayet ciddi bir ifade ile Halife'ye şu son | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:45 am | |
| Hifa hatun! Emirü’l-müminîn Hasan bin Ali -radıyallâhu anhümâ-’nın Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den naklettiği bir hadis-i şerifte:
“Sadece malı için bir kadınla evleneni Allahü Teala fakir eder. Güzelliği için evlenen güzelliğinden fayda görmez. Dini için onunla evlenirse o kadın erkeğe bereket olur.” buyurulmuştur.
Hifa Medine-i Münevvere’de güzelliği dillerde dolaşan genç ve zengin bir kadın idi. Bir gün Peygamber Efendimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- huzuruna gelip: “-Ya Rasulullah bana beni Cennete götürecek bir iş öğret!..” dedi.
Herkesin durumuna ve ihtiyaçlarına göre nasihatlarda bulunan İki cihan güneşi Efendimiz:
“-Bir an önce evlenmeni tavsiye ederim. Böylece dininin diğer yarısını emniyete alırsın.”
buyurdular.
Hifa Hanım:
“-Ya Rasulullah bana kim küfüv (denk) olabilir? Beni Habeş hükümdarı Necaşi istemişti. Ubeydullah yüz deve ve daha bir çok şey mehir olarak vaad etmişti. Ben onu da kabul etmemiştim. Siz kimi münasip görürseniz razıyım.” dedi.
O sırada gönlünden Peygamber Efendimizin kendisini müminlerin annelerinden kılacağı ümidi geçiyordu.
Rasulullah kimseyi gücendirmemek için:
“-Yarın sabah mescide ilk önce gelen kimse ile bu hanımın nikahını kıyacağım.” buyurdular.
Sabahleyin Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- mescide ilk önce gelecek kimseyi bekliyordu. Birden kapıda Süheyb -radıyallâhu anh- göründü. Son derece güzel ve zengin bir kadın olan Hifa’nın aksine Süheyb kimsesiz fakir siyaha yakın renkli çelimsiz görünüşü hoş olmayan bir kimse idi.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sabah namazından sonra Hifa Hatun’u çağırdı ve durumu bildirdi. Hifa Allahü Teâla’nın kazâsına ve Allah Rasulü’nün tavsiyesine gönül hoşluğu ile râzı oldu. Bunun üzerine Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hutbe okudu ve:
“-Ey Süheyb kalk hanımın için çarşıdan bir şey al!” buyurdu. Süheyb:
“-Ya Rasulallah bir dirhem gümüşüm bile yok!” dedi.
Hifa Hatun kocasına 10 bin dirhem gümüş hediye ettiğini söyledi. Peygamber Efendimiz Süheyb’i pazara gönderdi. Düğün için gerekli şeyleri alıp dönen Süheyb’e:
“-Ey Süheyb şimdi de hanımının elinden tut ve onu evine götür!” buyurdular. Süheyb çaresiz boynunu büktü ve:
“-Ya Rasulallah benim evim mesciddir nereye götüreyim?” dedi.
Yüzü güzel olduğu gibi kalbi de güzel olan Hifa:
“-Filan yerdeki konağımı sana bağışladım. Kalk beni oraya götür!” dedi.
Allah’ın Rasülu ikisine de dua etti ve ashab-ı kiramla birlikte bu yeni aileyi yolcu ettiler. Hifa Hatun ve Süheyb -radıyallahu anhuma- yemeklerini hamd ederek tamamladılar. Yatacakları esnada Hifa hatun:
“-Ey Süheyb ben sana nimetim sen bana mihnetsin. Sen bu nimete şükür için ben de bu mihnete sabır tevfikine şükür için gel bu geceyi ibadet ve taatla geçirelim. Sen şükür ediciler bende sabır ediciler sevabına kavuşalım. Zira Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “Cennette yüksek bir çardak vardır. Burada sadece şükredenler ve sabredenler bulunur.” Buyurmuşlardı.” dedi.
O gece ikisi de taat ve ibadet ile meşgul oldular. Süheyb ertesi gün mescide geldiğinde Cebrail aleyhisselam geceki hallerini Rasulullah’a çoktan bildirmişti.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“-Ey Süheyb geceki halinizi sen mi anlatırsın ben mi haber vereyim?” diye sordular.
Süheyb -radıyallahu anh-:
“-Ya Rasulallah siz söyleyiniz.” dedi.
Rasulullah olanları ve ibadetlerini anlattı. Sonra da ikisini cennet ve cemâl-i ilahi ile müjdeledi. Süheyb sevincinden o an başını secdeye koydu ve:
“-Ya Rabbi eğer beni mağfiret etmişsen bir daha günah kirine bulaşmadan ruhumu kabz et!” dedi.
Allahü Teala duasını kabul etti ve secdeden başını kaldırmadan onun canını aldı. Olanları seyredenler şaşırmış bir kısmı da ağlamaya başlamıştı. Peygamber Efendimiz:
“-Size bundan daha tuhafını haber vereyim mi? Şu ân Hifâ da ruhunu Hakk’a teslim etti.” buyurdular.
Bu iki aşk teslimiyet ve takva âbidesinin cenaze namazını Peygamber Efendimiz bizzat kıldırdı. Ve onları yan yana defnettirdi. Başları ucuna iki tahta koyup birine “bu Allah Teâlâ’nın nimetine şükredenin kabridir”; diğerine de “bu Allah’ın mihnete sabredenin kabridir” yazıldı.
RABBİM bizleride affet bizleri hakkıyla şükreden ve sabredenlerden eyle ALLLAH'IM!....(AMİN....) | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:46 am | |
| Mal Ve Servetİn BekÇİsİ Zekat Hasan anlatıyor: Bir gün etrafına halkalanan sahabilere Peygamber (s.a.v) "zekat mal ve servetin koruyucusudur bekçisidir" diyen hadisi söylerken yanlarına bir Hıristiyan tüccar uğradı. Zekat hakkında Peygamberimizin bütün söylediklerini dinledikten sonra kalkıp giderek zekatını verdi. Bu hıristiyan tüccarın bir de ortağı vardı ki o sırada Mısır'a ticarete gitmişti. O devirde ticaret kervanlarla yapıldığından hırsızlar sürekli olarak kervanların yolunu kesip paralarını soyuyorlardı. Tüccar da içinden şöyle geçirmişti. "Eğer Muhammed'in söyledikleri doğru ise ortağım malı ile birlikte sağ salim döner ben de iman edip müslüman olurum. Yok eğer Muhammed yalan söyleyip de milleti kandırıyorsa ortağım sağ salim dönmez onu yolda hırsızlar soyarlar ki ben de o zaman kılıcımı çekip Muhammed'e cevap vereceğim." Bir aralık kervandan bir mektup gelir. Hırsızlar kervanın yolunu kesmiş bütün ağırlıklarını soyup kaçmışlar. Ne mal ne elbise hiçbir şey bırakmamışlar. Mektubun bu satırlarını okur okumaz derin bir üzüntüye garkolan Hıristiyan tüccar hemen kılıcını kuşanır Peygamber'e savaş açmak üzere yola koyulur. Tam yola çıkacağı sırada ortağı "Arkadaşım sakın üzülme" der. Hırsızlar kervanın önünü kestiklerinde ben kervanın epey arkasındaydım. Bana hiç bir şey olmadı. Ben ve bütün mallarımız kurtulduk. Yakında geleceğim selamlar..." Bunun üzerine Peygamber'n hak ve doğru söylediğine inanan Hıristiyan tüccar Peygamber'e (s.a.v.) vararak "Ey Allah'ın Rasulü!.." der. "Bana İslamiyeti açıklayın iman edeceğim." Açıklanınca da imana gelerek İslam bayrağı altına girer ve böylece üstün insanlık şerefini kazanmış olur. - Ravzatül Ulema - | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:46 am | |
| Zülkarneyn (a.s) ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazar hergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.) bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: "Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi. Zülkarneyn (a.s.) bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek: "Ben seni davet ettim niye gelmedin?" dedi. Hükümdar: "Sana bir ihtiyacım yok olsa gelirdim." cevabını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s): "Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar: "Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi. Zülkarneyn (a.s): "Bu mezar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu. Hükümdar: "Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz." dedi. Zülkarneyn (a.s.): "Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi. Hükümdar: "Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:46 am | |
| Bu AkŞam Hİndİstan'da Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış korkudan titreyen adama sorar: "Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana..." Adam telaş içinde: "Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki benim canımı almaya kararlı..." "Peki ne yapmamı istiyorsun?" Adam yalvarır: "Ey canlar koruyucusu mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt kuş dağ taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!" Hz. Süleyman adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve: "Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür. Öğleye doğru Hz. Süleyman divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır: "Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir: "Ey dünyanın ulu sultanı! Ben o adama öfaaalehışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki: "Haydi git bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" "Ben de bu adamın yüz kanadı olsa bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi." | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:47 am | |
| BÖyle Örnek Oluyordu İnsanliĞa! Onun ideali insanlığa hizmetti yoksa insanlığın kendisine hizmeti değildi. O sebepten eline geçeni yemek yedirir içmez içirir yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olurdu. Yine adeti üzere bir miktar imkan biriktirmiş çevresine de münadiler göndermişti. Sesleniyorlardı Medine sokaklarında münadiler: - Resulüllah mescidin önünde muhtaçları bekliyor. Miskin derecesinde ihtiyaç sahibi olanlar gelsin hisselerine düşecek yardımı alsın kimse mahrum kalmasın! Az sonra mescidin önüne muhtaçlar toplanmışlardı. Mutluydular. Çünkü kasıp kavuran ihtiyaçlarının hiç olmazsa bir kısmını karşılayacak imkana kavuşacaklardı. Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini veriyor onlara tebessümle bakarak mutluluğunu da açıkça hissettiriyordu. Mutluydu. Çünkü O'nun en büyük mutluluğu insana yardım insana hizmetle meydana geliyordu. İşte o anda da insana hizmette bulunuyor ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu. Nihayet elindeki mikan bitti yardım isteyecek insan da bitti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı. Ne var ki çok sürmedi ötelerden kan ter içinde koşup gelen bir bedevi görüldü. Adama hem ufkuna bakıyor hem de nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Nihayet geldi şöyle bir nefeslendikten sonra söylendi. - Yardım dağıttığınızı söylediler onun için nefes nefese koştum; ama yine de yetişemedim! Zaten hep şanssızım ben. Çok üzgündü yoksul adam. Anlaşılan ihtiyacı da fazlaydı. Böyle bir fırsatı mutlaka değerlendirme niyetiyle koşmuştu; ama yine yetişememişti. Sordular: - İhtiyacın çok mu fazlaydı? Saymaya başladı yardım alabilseydi neler alacağını. Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Demekki adamın ihtiyacı şiddetliydi. Ama Rasulüllah'ın imkanı da bitmişti. Elinde avucunda olanı tümüyle vermiş geriye tek dirhem bile kalmamıştı. Şimdi ne olacaktı? Efendimiz şefkatle baktı bedeviye. Sonra da beklenmeyen teklifini yaptı yoksul adama: - Üzülme ihtiyaçlarını yine alacaksın. Hem de hiçbirini bırakmaksızın! - Nasıl? Diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basa basa konuştu: - Şimdi buradan kalk şehrin içine dal ihtiyaçlarını nerede bulursan al ve aldığın satıcılara da de ki: - Mal bana ait parasını ödemek de Resulullah'a! Allah'ın Resulü ödeyecektir. İstediğimi verin! Resulüllah (sas) böylece verecek parası olmayınca muhtaçların borcunu yükleniyor bir fırsatını bulup da ödeyeceğini düşünerek insanına böyle yardımda bulunuyor insana hizmeti böyle en öne alıyordu. Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu. Zihninde neleri alacağının hesabını yaparak heyecanla gidiyordu. Olaya şahit olan Hazreti Ömer fedekarlığın bu kadarına razı olamamış gibiydi. Nihayet düşüncesini dile getirmekten kendini alamadı da dedi ki: - Ya Resulellah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin yoktan da vermekle değil. Elinde olanı tümüyle dağıttın geriye bir şey kalmadı. Neden başkalarının borçlarını da yükleniyor onların ihtiyaçlarını da karşılamak zorunda bırakıyorsun kendini? Bu kadarı da fazla değil mi? Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah'ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu tebessümü hiç eksik etmemişti. Bu defa da masum bir adam söze karıştı; - Ya Resulallah sen Ömer'e bakma ver Allah da sana verir dedi. Bu söze memnun olan Resulüllah'ın tebessümü tekrar yüzünde belirdi 'fedekarlığa devam et' sözünden memnun olduğu anlaşılıyordu. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:47 am | |
| Peygemberlİk Semasi Hz. Musa miraçta Peygamber Efendimize (s.a.v.) "Ümmetimden öyle insanlar gelecek ki benden evvel gelseydi peygamberlik semasında görürdünüz." sözünü hatırlatarak "Ya Muhammed (sav) bu sözüne delil isterim" demiş. Efendimiz İmam-ı Gazali Hazretlerini çağırmış o ruhanîyeti ile temessül etmiş. Hz. Musa "Sen Kimsin?" diye sormuş. İmam-ı Gazali "Abdullah oğlu Ahmet Oğlu" diyerek bütün seceresini saymış ve sonunda "Gazali" demiş. Hz. Musa: "Niçin bu kadar uzattın baştan söyleseydin ya Gazali" deyince İmam-ı Gazali: "Ya Musa Allah (c.c.) Tûr dağında sana "O elindeki nedir?" diye sorunca sen hemen "Asadır" demedin "Ya Rabbi ben bunu şuralarda kullanırım bu şundan yapılır" diye anlattıktan sonra "Bu asadır" dedin" demiş. Hz. Musa "Ben o zaman Rabbimle konuşuyordum o konuşmayı uzatabilmek o fırsatı değerlendirmek için öyle söyledim." diye cevap vermiş. İmam-ı Gazali: "Ya Musa sen öyle bir fırsatı değerlendirmek için sözü uzatırsın da ben Allah'ın ulül azm bir peygamberi ile konuşma şerefine ermişken hiç sözü kısa tutar mıyım?" deyince Hz. Musa "Ya Muhammed sözünde haklıymışsın." demiş. * * * Allah o büyükleri tanımaya onlara karşı haddini bilmeye onların yollarına ve yaptıkları hizmetlerde onlara yardıma insanımızı ve insanlığı muvaffak eylesin. | |
|
| |
| Dini Hikayeler Arsivi | |
|