| Dini Hikayeler Arsivi | |
|
|
|
Yazar | Mesaj |
---|
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:47 am | |
| SODOM ve GOMERE'NİN SON GÜNÜ Hz Lût (a.s) Arap yarımadasını puta tapıcılıktan alıkoymak ortaksız ve tek bir Allah'ı tanıtmaya çağıran ve bu mukaddes yolda büyük başarılar kazanan Hz. İbrahim'in amcasının oğludur. Ömrü ve peygamberliği bugün Ürdün devletinin sınırları içinde bulunan Lût gölü çevresinde geçmiştir. Günümüzde tuzlu suların doldurduğu orta büyüklükte olan su saha eskiden toprakları oldukça verimli bir vadi idi ve o günün önemli şehirlerini sinesinde barındırıyordu. Bu şehirlerin ikisinin adını bugün de biliyor ve yapılan ilmi kazılar sonunda izlerine rastlıyoruz. Şehirler; Şezum (Sodom) ve Omore (Gomore) şehirleridir. Hz. Lût (a.s) Şezum şehrinde oturuyordu. Şimdi size bu çevrenin ve bu çevrede dosdoğru Allah yolunun sözcülüğünü ve yılmaz mücadelesini yapan Hz. Lût'un son günlerine ait bir hikayeyi kısaca anlatacağız... İnsanoğlu yolun doğrusundan bir kere çıkmaya görsün; düşmeyeceği sapıklık ve yuvarlanmayacağı uçurum yoktur. Hz. Adem'in oğlu Kabil'e yeryüzünün ilk cinayetini üstelik öz kardeşinin canına kıydırmak suretiyle işleten şehvet hırsı Hz. Lût'un kavmini büsbütün başka ve yüz kızartıcı bir ahlak düşkünlüğüne sürüklemiştir. Bu sonsuz kavim erkek erkeğe cinsi birleşmeyi (livata) vazgeçilmez sapıkça bir huy haline getirmişlerdi. Hz. Lût'un dosdoğru yolu temsil eden bir Allah resulü sıfatıyla durmak ve yorulmak bilmez bir gayret göstererek yaptığı bütün ikazlar ve verdiği bütün acı-tatlı öğütler bu ahlak düşkünlerine zerrece bir tesir etmiyordu. Nihayet her şeyi daha başından bilen Ulu Allah'ın kesin ve değişmez hükmünün günü geldi. Hz. Lût'un sapık kavmi Allah'ın başlarına vereceği karşı durulmaz bir felaketle toptan mahvolacak ve yokluğun karanlıklarına gömülecekti. Ulu Allah (c.c) bu kesin kararını bildirmek ve kendisine inanmış birkaç yakını ile birlikte son günlerini yaşayan günahkar şehirden ayrılmasını söylemek üzere Hz. Lût'a günün birinde üç tane melek göndermişti. Melekler; genç ve yakışıklı erkek kılığına girerek yeryüzüne inmişlerdi. Şezum (Sodom) şehrine vardıklarında doğruca Hz. Lût'un evine yöneldiler. Şehvet sapıkları şehre üç tane genç ve yakışıklı delikanlının geldiğini duyunca bir anda yollara dökülerek gelenleri görmek istediler. Meleklerin geçtiği yolun hir iki yanı ahlak düşükleri tarafından doldurulmuştu. Tap taze erkek kılığına girmiş meleklere bakarken hepsi şehvet kururganlıkları içinde kıvranıyor; ağızlarından salyalar akıyordu. Azgın kalabalığın arasında yollarına devam eden melekler Peygamber Lût'un evine vardılar. Kudurmuş ahlaksızların hiçbirisi ele geçirip azgın şehvetlerini bir anlığına tatmin edebilmek için arkalarından kıvrandıkları gençlerin şehirlerini ve çevrelerini toptan yok etmeyi kararlaştıran Allah'ın emri ile birlikte gelmiş melekler olduğunu bilmiyor ve düşünmüyorlardı. Melekler Lût'un evine varınca önce kim olduklarını söylemediler. Arkalarına takılan kalabalık evin kapısına dayanmıştı. Anlaşılmaz sözlerle bağırışıyorlar ve Hz. Lût'un evine aldığı genç delikanlıları ellerine vermesini istiyorlardı. Hz. Lût (a.s) gelen misafirlerinden utanıyordu ve kapıda bağrışan kalabalığın azgın hırslarından endişe ediyordu. Bir ara evinin kapısına çıktı; kudurmuş kalabalığa dündü "ey azgınlar soysuzlar gelenler benim olduğu kadar kendinize de aziz misafirlerdir; yani hepinizin misafirleridir. Bu kadar da mı insanlığınızı unuttunuz? Bir parça olsun kendinize geliniz." diye söze başladı. Kalabalıktan homurtulu gülüşmelerin geldiğini duyunca "size iki tane genç ve güzel kızımı vereyim. Gözlerinizi bürüyen şehvetinizi onlarla tatmin edin de tek beni misafirlerim karşısında rezil etmekten vazgeçerek buradan uzaklaşın" diye teklifte bulundu. Fakat kendinden geçmiş kalabalık hiçbir söz dinlememekte ve hiçbir teklife yanaşmamaktadır. Evin kapılarını arka arkaya zorluyor ve içerdeki gençleri istiyorlardı. Ağlamaklı bir çehre ile içeriye dönen Hz. Lût'a kapıdakilerin ısrarla istediği genç misafirler; melek olduklarını Allah'ın emri üzerine geldiklerini bildirdiler ve dediler ki; "Allah'ın emri artık kesindir. Yıllardan beri söz dinletemediğin bu beyinsiz halkın artık sonu gelmiştir. Birkaç saat sonra topuna gökten ateş ve ölüm yağacak ve şehirleri ile birlikte yokluğa kavuşacaklardır. Onların başlarına gelmek üzere olan bu felaket ısrarla Allah'ın emirlerine karşı gelenlere ve Peygamberler'in verdiği öğütlerine arka dönen sapıklara bütün devirler boyunca ibret dersi olacaktır. Allah'ın sana emri böyledir: Gece olunca sana inananları ve yakınlarını alacak ve ölüm kokan şu lanetlik şehirden habersizce uzaklaşacak ve şu sapık halkı lanetlik akibetleri ile baş başa bırakacaksın. Sana bunları söyleme geldik." Allah'ın emri üzere Hz. Lût (a.s) ile inanmış yakınları meleklerin dediklerine uyarak Sodam ve Gomere'yi o gece yarısı sezdirmeden terkettiler. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte lanetlik şehirlere ve sapık halkına gökyüzünden görülmemiş bir Allah gazabı boşalmaya başlamıştı. Ahlaksız soysuzlar neye uğradıklarını anlayamadılar. Yüce Allah (c.c.) ulu sabrını iyice kötüye kullanarak günden güne daha da azgınlaşanlara yakıcı kükürt alevleri ile taşlar yağdırıyordu. Bir kaç saniyelik afet ve ölüm saçan bir yağmur sonunda halkın yekünü ile birlikte bütün şehirlerini ilerdeki insanlığın gözleri önüne bir ibret dersinin örneği olmak üzere harabeye çevirmiş ve yerle bir etmişti.
Esirgeyici Allah (c.c.) cümlemizi görünür görünmez ve aniden bastıran felaketlerden korusun amin!.. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:48 am | |
| Şeytan'ın Vesvesesi
"...Vesvese ilka edip Allah' (c.c.) ın zikrinden kaçan şeytanın şerrinden narın Rabbi olan Allah (c.c.) a sığınırım.." Sûre-i Nas Abdulkadir Geylâni "Hennas beni âdemin kalbine musallat olan domuz suretinde bir şeytandır" demektedir. Günyetüttalibin Bu şeytandan kurtulmanın çaresi Allah-u Teâlâ'yı çok çok zikretmektir. Mezkûr ayetin karşılığını teşkil eden Hadis-i Şerifte Peygamber (S.A.V.) Efendimiz. "Şeytan ben-i âdemin kalbi üzerine yayılıp onu yutar. Ta ki zikrullaha devam etmeğe başlandığında kaçar. Zikir unutulduğu zaman tekrar kalbe yerleşmek ister. Ta ki bu hal. Zikrullahın nurû ile kalb nurlanıp mutmain oluncaya kadar devam eder." Allah (c.c.) Sure-i Rad'da "...Agâh olunuz ki Allah' (c.c.) ın zikriyle kalbler mutmain olur... müjdesini bizlere bildirmiştir. Anlayan kullardan eylesin Rabbim bizleri. Amin. - o - Büyüklerden biri şeytana dedi ki : -- Senin gibi mel'un olmak istiyorum ne yapmam lâzım. Şeytan sevindi o zat'a cevap verdi : - Benim gibi olmak istersen namaza ehemmiyet verme. - o - Açıktan iblis'e la'net edipde gizlide ona itaat edenlerden olma. Ömer b. Abdül aziz (r.a.) Allah'ı unuttuğun an yoldaşın şeytan olur. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:48 am | |
| kabir azabı aynı gün hoca tarafından yıkanmış cenaze kılınıp defnedilmişti. Görgü tanıkların akrabaların ve doktorların ifadelerine göre genç siyah saçlı hiç bir yerinde kırık dövülme veya işkence yeri olmadıĝı şekilde defnedilldiĝini ifade ediyorlar. Fakat gömüldükten üç saat sonra babası doktorların oĝlunun ölüme sebep olan dianoza şüphe eder ve oĝlunun kabirden çıkartılıp otopsi yapılmasına talep etmişti.
Üç saat önce defnedilen genç çıkarıldıktan sonra onu gören aile fertleri ve tüm akrabaları şok olmuşlar. Çünkü kabire koydukları genç idi fakat üç saat sonra önlerinde yatan saçları bem-beyaz olan sanki çok ihtiyar bir insanın cesedi idi. Saçları beyaz bütün bedenine inanılmaz seviyede işkence ve azab vermenin izleri bulunuyordu. Ellerin kolların ve ayakların kemikleri kırık vaziyette. Kaburga kemikleri kırık ve bedenin içeresine inanılmaz bir şiddetle basık durumdaydılar. Bütün bedeni ve yüzü yekpare bir morluk hale gelmişti. Kurtuluşu artık ummayan ve sonsuz acıya mazhar olduĝu açık gözlerinden ve kurumuş kandan gencin inanılmaz bir işkenceye tutulduĝunu gösteriyor. Ölen gencin akrabaları İslam âlimlere yöneldiler. Onlar da durumu öĝrendikten sonra hepsi dilbirliĝi ile Kabir azabının ibretli bir örneĝin olduĝunu ifade ettiler. Ki Allah (c.c) ve Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) Kabir azaptan haber veriyor ve ümmeti sakındıryorlar. Şok geçiren baba oĝlunun şımarık hayat yaşayıp çeşitli günahlarda bulunup namazlarını kılmadıĝını itiraf etti. Allahın yolunda yani Cihadda şehid olanlardan başka ölen her bir insan Kabir imtihanından geçecektir. Kıyamet gününden önce insanı bekleyen ilk korkunç bir sınav. Peygamberimizden (s.a.v.) İmam Ahmedin rivayet ettiĝi hadis şerifte şöyle naklediliyor: Peygamberimiz onun üzerine selat ve selam olsun buyurdu: - Ölümden sonra ölünün ruhu tekrar cesede döndürülür. Yanına da Munker ve Nekir isimli iki tane melek gelir ve sorguya çekerler: „Rabbin kim?“ Insan cevap verir: „Rabbim – Allah.“ Sonra onlar sorar: „Senin dinin ne?” O cevap verir: “Dinim – İslamdır.” Sonra onlar sorar: “Size gönderilen uyarıcı kim?” O cevap verir: „O Allahın resülüdür.” O zaman onlar sorar: “Sen bunları nereden biliyorsun?” O cevap verir: “Ben Allahın Kitabını okudum ve Ona iman ettim.” O zaman semadan ses gelir: “Kulum hakikatı söyledi ona cennet döşeĝini serin ve önünde cennet kapılarını açın” - sonra o çok sevinecek cennet ferahlıĝına kavuşacak ve onun kabri göz alabildiĝi kadar geniş olacak. Kâfire ve günâhkârâ gelince onun hakkında Allah resülü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: - ve ruhunu tekrar cesede döndürürler. Yanına da Munker ve Nekir isimli iki tane melek gelir ve sorguya çekerler: „Rabbin kim?“ O cevap verir: „Bilmiyorum.“ Sonra ondan sorulur: “Size gönderilen uyarıcı kim?” O tekrar: “Bilmiyorum” der ve o zaman semadan gelen ses şöyle: “Bu yalancıdır ona ateşten döşek serin ve önünde cehennem kapılarını açın!” - o zaman onun kabrini cehennemin harareti sarar kabri ise dar olur ve kaburgalar birbirine girinceye kadar kabir onu sıkar. Başka hadislerde söyleniyor: Sorgu esnasında Melekler kâfir olan veya günâhları çok olan müslümanı işkence edip dövecekler ve bu işkence dehşet vericidir. Peygamberimizin (s.a.v.) de Allahdan Kabir azabından kendisini korumasını ve bu duayı herkese de emir ettiĝi rivayet ediliyor. Kabir azabı iki çeşittir: Birincisi hiç bitmeyen Kabir azabı. Bunlar hakkında Allah Taala Kur’ani Kerimde buyuruyor: - "...o ateştir sabah ve akşam ona giriftâr oluyorlar." Bazı azap ise bir müddet devam edip sonradan kesilen Kabir azabı. Bu tip Kabir azabı günâhkâr muslumanlar için olur azabın şiddete ve aĝırlıĝı ise işlediĝi günâhların aĝırlıĝına göredir. 18 yaşlı genç hakkındaki hadise inanan kalpler için bir ibrettir kalbi mühür basılmış şahıslar için de tekrar bir masal oyun gibi gelecektir. Çünkü onlar bakıyor fakat görmüyorlar dinliyorlar fakat duymazlar… | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:48 am | |
| Namusa Saldıran Erkeğin Cezası Hüzeyl kabilesinden Medineli Hamele devesine binmiş kırda gidiyordu. İlerideki vahada koyunlarını otlatan Raşid’in kızı Es’ile’yi gördü. Es’ile koyunları sürerken rüzgâr yüzündeki örtüyü sıyırmış onun sahip olduğu fıtrî güzelliği gören Hamele fikrini bozmaya niyet etmişti.
Sürüye yaklaşınca devesini çökertip dizlerinden bağladı yalnız bulunan Es’ile’ye seslendi:
– Es’ile beni reddetme. Seninle beraber olalım.
Es’ile’nin cevabı makuldü:
– Buradan derhal uzaklaş. İyi niyet sahibi isen babama müracaat et. Beni eş olarak iste. O seni reddetmez.
Fakat Hamele’de iyi niyet yoktu. Sadece geçici ve zevkli bir macera yaşamayı düşünüyordu. Es’ile’ye doğru yürüdü. Es’ile başka çıkış yolu kalmadığını anlayınca bütün cesaret ve hiddetini toplayarak namusunu savunmaya karar verdi. Kapışmada çok sürmeden Hamele’yi yere yatıran Es’ile:
– Def olup gidecek misin yoksa başını parçalayayım mı? dedi.
Hamele söz verdi. Hemen def olup gideceğini söyledi. Ne yazık ki yatırıldığı yerden kalkar kalkmaz hücumunu tekrarladı. Es’ile yine bir hamlede onu yere yatırdı. Hareketsiz hale getirerek teklifini tekrarladı.
– Buradan def olup gidecek misin yoksa şu taşla başını parçalayayım mı?
Bu zor karşısında kesin söz veren Hamele yine yakasını sıyırdı. Ne yazık ki sözünde bu sefer de durmadı yalnız bulduğu Es’ile’ye hücumunu tekrarladı. Es’ile güçlü ve hiddetliydi. Onu yere yıkıp göğsü üzerine çöktü. Başına yanındaki büyük bir taş parçasıyla öylesine vuruşlar vurdu ki mütecaviz Hamele artık yerinden kalkamaz kalksa bile hücumunu tekrar edemez hale geldi.
Bundan sonra koyunlarını sürerek oradan uzaklaşan Es’ile böylece şerefini korumuş namusuna leke kondurmamıştı. Az sonra oradan geçen bir yolcu kafilesindeki Hüzeylliler Hamele’yi tanıdılar.
– Ne oldu sana böyle Hamele? dediler. Hamele:
– Sormayın devem beni yere attı düşünce böyle oldum dedi.
– Deven burada dizlerinden bağlı şu taşta da kan var ayrıca başında da taşın açtığı yaralar görünüyor deyince kızardı:
– Ne diyorsam öyle daha ne inceliyorsunuz beni deveme bindirip evime götürün dedi.
Hamele’yi evine götürdüler. Birkaç gün yattıktan sonra iyi olma ümitleri kaybolmaya başladı. Kendisine sordular:
– Başına bu durum sebebiyle ölüm gelecek olursa kimi dava edelim kan diyetini kimden isteyelim?
Titrek sesle açıkladı:
– Kanımdan Es’ile’den başkası sorumlu değildir. Bu cümle Hamele’nin son sözleriydi. Başı yana düşüverdi.
Hüzeyl ileri gelenleri toplanıp Resûlüllah’a geldiler:
– Oğlumuz Hamele’nin kanını Raşid ödeyecektir. Dava ediyoruz.
Resûlüllah Hazretleri Raşid’i çağırttı.
Raşid’in asıl adı Zalim’di. Resûlüllah İslâm’a girince Zalim ismini Raşid olarak değiştirmişti. Durumu anlayan Raşid:
– Benim öyle bir ölümden haberim yok. Ne gördüm ne de işittim deyince:
– Ya Resûlâllah Raşid’in kendi değil kızı Es’ile’dir katil dediler.
Az sonra Es’ile yakalanarak getirildi.
– Es’ile bak senin Hamele’yi öldürdüğünü iddia ediyorlar ne dersin?
Es’ile dalgın aynı zamanda tereddütlü idi. Sadece:
– Hiç kadın erkeği öldürebilir mi? diyebildi.
Ancak bu sözün gerçek bir müdafaa olmadığını hemen anladı. Sonra vahiy gelerek Allah’ın Resûlü’ne olayı haber vereceğini de düşündü. Hadiseyi aynen anlatmaya karar verdi.
– Üç defa üzerime yürüdü iki defa yatırıp söz aldım. Defolup gideceğine söz verdi. Kurtulunca üçüncü defa üzerime geldi. Ben de şerefimi ve namusumu müdafaa için başını yaraladım bana hücum edemez hale getirerek kaçıp kurtuldum. Sonra öğrendim ki o yaralardan ölmüş.
Hüzeylliler hep birlikte bağrıştılar.
– Suçunu itiraf etmiştir diyetimizi isteriz. Resûlüllah Hazretleri de kararını açıkladı:
– Es’ile namusunu müdafaa etmiştir. Mütecaviz Hamele de kanını heder etmiştir. Böylece dava bitmiş diyet ortadan kalkmıştır. Hüzeylliler süklüm püklüm. Raşid ve Es’ile şen ve şatır evlerine döndüler. Asr-ı Saadetten bir namusu koruma olayı böylece tarihe geçti bize de ibretlerinize sunmak düştü. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:48 am | |
| --------------------------------------------------------------------------------
ALAY ETMENİN CEZÂSI Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç babasından kalma birkaç altınını annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip; "Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem gelir alırım. Şâyet dönemezsem istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı. Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; "Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi. Türbedâr; "Tabi alabilirsen al. Çünkü ben bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek bir daha elimi bile sürmedim."
Genç çekmecenin yanına gelip Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.
ALAY ETMENİN CEZÂSI
Gavs-ül-Memdûh hazretleri bir gün dergâhın önünde otururken Abdürrahîm Efendiyi huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Şam'a gidip gitmediğini sordu. O da; "Gitmedim efendim" deyince; "Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?" buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığında yemyeşil bahçeleriyle Şam'ın karşısında durduğunu hayretle gördü. Şam'ı merakla seyrettiğini gören Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?" buyurunca rüyâdan uyanır gibi Şam gözlerinden silindi ve hocasına; "O köy buraya uzaktır görünmez efendim." diye cevap verdi. Bunun üzerine; "Doğu tarafına bak!" buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözünün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında Gavs-ül-Memdûh'un talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor talebelerle alay ediyordu. Gavs-ül-Memdûh; "Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?" diye sordu. O da; "Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim." diye sordu. Hocasının hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağını hızla bekçiye doğru salladı. Allahü teâlânın izniyle ayağı bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktı fakat Gavs-ül-Memdûh; "Yeter yâ Abdürrahîm!" buyurunca durdu. Boşi köyü de gözünden kayboldu. Hocasının bu kerâmetlerine hayran kalmıştı.
Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi yüzü sarılı bir hâlde Gavs-ül-Memdûh'un huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; "Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ ediniz." diyerek ağladı. Gavs-ül-Memdûh onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:49 am | |
| Cebrail (a.s.)'ın Hocası Birgün Server-i Enbiyâ 's.a.v.' mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp bildiler ki hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip oturdular. O sırada hazret-i Alî 'r.a.' içeri girip selâm verip yerine oturdu. Hazret-i Osmân 'r.a.' gelip selâm verip yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr 'r.a.' gelip selâm verdikde hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp hepsi ayağa kalkıp hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu hazret-i Resûl-i ekremden sordular. Buyurdular ki: - Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip selâm verdiği zemân Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra yâ kardeşim Cebrâîl Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz diye sordum. Dedi ki: - Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum - Neden dolayı hocandır. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: - Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân meleklere hazret-i Âdeme secde ediniz diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki o balçıkdan yaratılmışdır dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zemân ki Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir köşk içinde idi. Köşkün kapısı açıldı Ebû Bekrin rûhu çıkdı. Bana dedi ki - Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet iblîse intikâl edip Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip mel'ûn oldu ve ben de ebedî se'âdete kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur dedi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:49 am | |
| dua hali... Mesnevi’den: Dua hâli
Dua edenin ‘Rabb’im’ demesi Allah’ın ‘Buyur ey kulum’ demesinin ta kendisidir... Birisi her gece kalkıp Allah’ı anıyor O’na dua ediyordu... Şeytan-ı aleyhi lane ona dedi ki : - Ey Allah’ı çok anan kişi! Bütün gece Allah deyip çağırmana karşılık seni buyur eden var mı? Sana bir tek cevap bile gelmiyor daha ne zamana kadar dua edeceksin? Adamın gönlü kırıldı başını yere koydu ve uyudu. Rüyasında ona şöyle dendi: - Kendine gel uyan! Niye duayı zikri bıraktın? Neden usandın? Adam: "-Buyur diye bir cevap gelmiyor ki kapıdan kovulmaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine dendi ki ona: - Senin Allah demen O’nun buyur demesi sayesindedir... Senin yalvarışın Allah’ın senin ruhuna haber uçurmasındandır... Senin çabaların çareler araman Allah’ın seni kendine yaklaştırması ayaklarındaki bağları çözmesindendir... Senin korkun sevgin ümidin Allah’ın lütfunun kemendidir... Senin her Ya Rabbî ! demenin altında Allah’ın: " buyur "demesi vardır... Gafilin cahilin canı bu duadan uzaktır... Çünkü Ya Rabbî demeye izin yok ona... Ağzında da kilit var dilinde de... Zarara uğradığı zaman ağlayıp sızlamasın diye Allah ona dert ağrı sızı gam keder vermedi... Bununla anla ki Allah’a dua etmeni O’nu çağırmanı sağlayan dert dünya saltanatından daha iyidir... Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua gönülden kopar... | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:50 am | |
| Kılıç sapını kesebilirmi?? mesneviden.. Uzak yerlerden bir merhametli dost Yusuf-u Sıddıyk’a konuk oldu. Çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı. Eskiden beri aşinalık yastığına yaslanmışlardı. Konukla Yusuf’a kardeşlerinin yaptığı cefayı onların hasetlerini konuştular. Yusuf “o haset ve cefa zincirdi; biz de aslandık. Aslanın zincire vurulması ayıp değildir. Bizim Tanrının kaza ve kaderinden şikayetimiz yok. Aslan boynunda zincir bulunmakla beraber bütün zincir yapanlara beydir” dedi. Dostu Yusuf’a “Zindanda ve kuyuda ne haldeydin?” dedi. Yusuf cevap verdi: “Ay bedir halinden çıkar ve eski ay haline gelir ya... işte öyle” Eski ay görünmez sonra hilal olur da iki büklüm bir halde görünür. Fakat sonunda yine gökte bedir haline gelmez mi? İnci tanesini havanda döverler ama kadri yine yücedir ya ilaç olarak göze çekilir yahut macun haline getirilir kalp ferahlığı için yenir. Buğdayı toprak altına attılar ama sonradan topraktan başaklar çıktı. Ondan sonra değirmende öğüttüler değeri arttı cana can katan gıda oldu. Sonra ekmeği bir kere daha diş altında ezdiler; akıllı kişiye akıl ve idrak oldu. Daha sonra da o can aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsul verdi ekincileri hayrete düşürdü. Bu sözün sonu gelmez. Sen o iyi adamın Yusuf’a ne dediğini anlatmaya başla. Yusuf başından geçenleri anlattıktan sonra “ Eh...bize ne armağan getirdin bakalım?” dedi. Ey ulu kişi! Dostları görmeye eli boş gitmek değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Ulu Tanrı bile mahşer günü halka “ Kıyamet günü için armağanın nerede; Bize yapayalnız azıksız adeta sizi yarattığımız gibi geldiniz. Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne hediyeniz var ne getirdiniz? Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz size bugünün vadesi batıl mı göründü ki? Der. Ona konuk olacağımızı inkar ediyorsan bu mutfaktan ancak toprak ve kül alabilirsin. İnkar etmiyorsan niçin böyle elin boş. O sevgilinin kapısına böyle nasıl ayak atacaksın? Yemeyi uyumayı biraz azalt da onunla görüşmek için bir armağan götür. Geceleri az uyuyanlardan seher çağlarında istiğfar edenlerden ol. Sen de rahimdeki çocuk gibi az oyna da sana da nurları gören duygular bağışlasınlar. Rahim gibi olan dünyadan çıkınca yeryüzünden daha geniş bir sahaya dalacaksın. “ Tanrı yeri geniştir” derler ya; o geniş yer bil peygamberlerin gidip daldıkları sahadır. O geniş sahada gönül daralmaz; yaş ağaç orada kuru dal haline gelmez. Şimdi duygular sen de. Fakat bir gün yorgun bitkin baş aşağı bir hale geleceksin. Uykuda duygularını taşımazsın duygular seni taşır. Bu yorgunluk bitkinlik gider eziyetten sıkıntıdan kurtulursun. Sen uyku halini velilerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çeşni bil. Be inatçı; veliler Eshab’ı Kehf’dir. Ayakta olsalar da yürüyüp gezseler de uykudadırlar. Tanrı onları kendilerinin haberi olmadan işletir; sağa sola çevirir. O sağa çevrilme nedir? İyi iş. Ya sola çevrilme? O da bedene varlığa ait işler. Bu iki hal de peygamberlerden dağdan ses gelir gibi zuhur eder. Onların her ikisinden de haberleri yoktur. Dağ hayır olsun şer olsun... Senin sesini sana verir duyurur. Fakat ikisinden de bihaberdir. Yusuf “Hadi armağanını çıkar” deyince konuk bu istekten utanıp adeta figan ederek.”Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim layık görmedim. Bir habbeyi alıp da madene bir katrayı alıp da ummana nasıl götürebilirim? Sana gönül ve can bile getirsem Kirman’a kimyon götürmüş sayılırım. Senin misli olmayan güzelliğinden başka bir tohum yoktur ki bu ambarda olmasın. Sana gönül nuru gibi bir ayna getirmeyi layık gördüm. Ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün. Gözümün nuru sana ayna getirdim ona bakıp yüzünü gördükçe beni hatırlarsın” dedi. Koynundan aynayı çıkarıp sundu. Güzeller aynayla meşgul olurlar. Varlığın aynası nedir? Yokluk. Ahmak değilsen yokluğu ihtiyar et. Varlık yoklukta görünebilir. Zenginler yoksula cömertlik edebilirler. Ekmeğin saf aynası açtır; kav da çakmak taşının aynasıdır. Bir yerde yokluk ve noksan oldu mu...bu bütün sanatların güzelliğine aynadır. Elbise biçilmiş dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi? Budaklar yontulmamış olmalı ki marangoz onu yontsun rendelesin... Ondan asla yahut fer’e ait bir şey yapsın. Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gider. Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür? Ey ulu kişi! Bakırların bayalığı aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder? Noksanlar kemal vasfının aynasıdır. O horluk yücelik ve ululuğa aynadır. Çünkü yakinen zıt zıddı gösterir. Ondan dolayı bal sirke ile görünür (sirkengebin olur) Kim kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kamil sanan ululuk sahibi Tanrının yolunda uçamaz. Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kamil sanmaktan daha beter bir illet olamaz. Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar gözünden de! İblis’in illeti “Ben Adem’den hayırlıyım” demesiydi. Bu hastalık her mahlukta vardır. Bu hastalığa müptela olan kendisini hor görse bile sen onu altında pislik olan saf su bil! İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır pislik rengini alır. Ey yiğit! Irmak sana saf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var. Yol bilen anlayışlı pir Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır. Irmak kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi Tanrı bilgisiyle fayda verir. Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü bu yarayı bir cerraha göster. Kimse yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek düşer. O sinekler; senin düşüncelerin mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet! Eğer o yaraya pir merhem korsa o zaman derdin iyileşir feryat ve figanın kesilir. Yara sahibi merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur. Kendine gel ey sırtı yaralı merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme sıhhati merhemden bil! | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:50 am | |
| Herşey Zamanında Yapılmalı Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında: 'Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılırmı?' Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmış ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı. Kendisi isenefsini bir türlü yenemiyordu. Ne oluyorsa hep... namaz son dakikalara kalıyor bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak "Yine geciktirdim namazı." dedi kendi kendine. Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı. Mecburen hızlı hareketlerle namazı eda etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi. "Bu halimi görse tatlı-sert kızardı yine bana." dedi.
Çok seviyordu onu... Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki... hicabından renkten renge girerdi. O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde. Duasını yaparken başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti öylece.... Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; Kimi sağa sola koşturuyor kimisi de diz çökmüş başı ellerinin arasında bekliyordu. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyorsoğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanında ki ürperti korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti. Hesap ve sorgu devam ediyordu.
Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa bir sola baktı. "Benim ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek..... Kalabalık birden yarılmış bir yol olmuştu önünde. İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı önündeydi. Bütün hayatı bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden...." Şükürler olsun " dedi kendi kendine ve devam etti; " Gözlerimi dünyaya açtım Hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşuyor malını islam yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor yemek sofralarının biri kalkıp bir yenisi kuruluyordu. Ben ise hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım. "Kirpiklerinden aşağı gözyaşları dökülürken "Rabbimi seviyorum en azından sevdiğimi zannediyorum." Diyordu. Ama bir yandan da "O'nun için ne yapsam az Cennet'i kazanmama yetmez." Diye düşünüyordu.Tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi.
Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyordu. Sırılsıklam olmuş zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kağıt mahşer meydanında ki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış okunacak hükme kulak kesilmişti. Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten dona kalmıştı." Olamaaaazzzz" diye bağırdı. Sağa sola koşturdu. "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep rabbimi anlattım." Diyordu.
Gözleri sağanak olmuş titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı? Dudaklarından kelimeler kırık dökük yalvarmayla karışık döküldü.."Hizmetlerim... Oruçlarım.... Okuduğum Kur'anlar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?" diyordu. Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı. Resülullah "Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler." Buyuruyordu. "Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?" diye düşünüyordu. "Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım." diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler.
Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı. Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu. Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birden bire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu. Tam bir iki metre düşmüştü ki bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. "Siz de kimsiniz ?" dedi. İhtiyar gülümsedi: " Ben senin namazlarınım." "Neden bu kadar geç kaldınız ? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum\"dedi.... İhtiyar yüzünü gererek tekrar güldü; Başını salladı; " Sen beni hep son anda yetiştirirdin hatırladın mı? Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu.Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu. [ Ya kılmayanlar..!?] | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:50 am | |
| Allah'ın Emaneti Hz.Ümm-i Süleym gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman sabır ve aaaanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp komşularına dönerek:
- Babasına haber vermeyin.
Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde çocuğu sordu hanımı:
- Gördüğünden şimdi çok iyidir der.
Sonra yemek yediler oturdular birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym beyine gayet aaaanetle şöyle der:
- Ebu Talha ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi?
- Söylediğin bu söz nasıl bir söz elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli.
- O halde Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı. Ebu Talha bu sözü duyunca :
- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz der ve şükreder.
Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.):
- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya ver diye dua eder.
Nitekim dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk Peygamberimizin himayelerinde büyürler İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:51 am | |
| Kadın ve Vali Bir zamanlar vâlilik yapan birisinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengârenk çiçeklerle donatılmış tam bir zevk ve sefâ yeriydi. Bir gün vâli bu bahçeye geldi. Vâli bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki: -Bahçenin kapılarını kapat. Hiç bir kapı açık kalmasın!
Kadın akıllı ve namuslu idi. Vâlinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
-Kapıları kapattım. Yanlız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
-O hangi kapıdır?
-Bu kapı Allahü teâlânın (Basir) sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır. Vâli bu sözü duyunca pişman olup tövbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip onun sohbetinde yetişti. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.
Basir : Her şeyi gören.
Allah her şeyi herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiç bir şey engel olamaz. Allah'ın kalpteki fısıltıları beyindeki oluşumları fikirdeki gizliliklei kalplerdekini zifiri karanlık bir gecede kapkara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür duyar bilir. İbadette ihlas kulun Allah'ı görmemesine rağmen Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibadet etmesidir | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:52 am | |
| İnanıyor Musun Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar.Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı...
Berber: " Bak adamım ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına inanmıyorum."
Adam: " Peki neden böyle diyorsun?"
Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin eğer Allah var olsaydı bu kadar çok sorunlu sıkıntılı hasta insan olur muydu terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı kimseye acı çektirmez birbirini üzmezdi.Allah olsaydı bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."
Adam bir an durdu ve düşündü ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü.Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: " Biliyor musun ne var bence berber diye birşey yok" Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim." Adam: " Hayır yok. çünkü olsaydı caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."
Berber: " Hımmm... Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa ben ne yapabilirim ki?"
Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var ve insanlar ona gitmiyorsa bu gitmeyenlerin tercihi. İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!" | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:52 am | |
| ADALET İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O asker göndererek papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları aaakere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim sağlam diye satılan atı sahibine iade eder paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz derler. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:54 am | |
| Ağızdaki Taşın Hikmeti
Birgün hazret-i Ebû Bekr 'r.a.' hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde se'âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip Ebû Bekre dil uzatıp yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz Ebû Bekre edebsizlik etdikce; birşey söylemez ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât se'âdetle ve devletle yerinden kalkıp gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin bir hayâsız edebsizlik edip gönül incitirken susu birşey söylemediniz. Şimdi ben ona söyleyince kalkıp gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 's.a.v.' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki o kimseyi karşılayıp kovacak idi. Sen hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'r.a.' ondan sonra vaktli vaktsiz söz söylememek için mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz söylemek lâzım gelse evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân o sözü kendi kendine nice zemân düşünür tefekkürden sonra mubârek ağzından o taş parçasını çıkarıp ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye hayrdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise söylerdi. Yoksa gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:54 am | |
| Ahde Vefa
Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken huzura üç genç girerler derlerki -Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin. Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek: -Söyledikleri doğrumu diye sorar. Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer: -Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar. Bunun üzerine genç anlatmaya başlarderki : -Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü nefsime bu durum ağır geldi ben de bir taş attım babası öldü kaçmak istedim fakat arkadşlar beni yakaladıdurum bundan ibaretdedi. Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam madem suçunu da kabul ettin... Bu sözden sonra delikanlı söz alarak: -Efendim bir özrüm var ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı ifnaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin'de sorumlu olursunuz bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim bu üç gün için de yerime birini bulurum der. Hz Ömer dayanamaz derki: -Bu topluluğa yabancı birisin senin yerine kim kalırki? der Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki -Bu zat benim yerime kalır o zat Hz peygamber (s.a.v) efendimizin en iyi arkadaşlarından daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni Asr' dan başkası değildir. Hz Ömer Amr 'a dönerek -Ey amr delikanlıyı duydun der. O yüce sahabi: -Evet ben kefili der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini dolayısıyla Amr ibni Asr'a verilecek idamın yerine maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler. Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir derki -Bu kefil babam olsa farketmez cezayı infaz ederim. Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet içerisinde derki -Biz de sözümüzün arkasındayız. Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz Ömer gence dönerek derki -Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin. Genç vakurla başını kaldırır ve: -Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim der. Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr'a derki -Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun? Amr ibni Asr : -Bu kadar insanın içerisinden beni seçti insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der. Sıra gençlere gelir derlerki -Biz bu davadan vazgeçiyoruz bu sözün üzerine Hz Ömer : -Ne oldu biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz? Gençlerin cevabı dehşetlidir : - Merhametsiz insan kalmadı deneyesiniz diye. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:54 am | |
| --------------------------------------------------------------------------------
Ahsen-ül Kasas Başlıkta okuduğumuz terkip 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı ya bir tefsirden veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi küfre karşı îmânı tebliğ etmiş Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.
Böylesine muazzez mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka bunlardan kurtarması için yalvarıp 'Zindan bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim dedi.' (S. Yûsuf 33)
Sonra Aziz ve arkadaşları Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber biri hükümdârın sâkîsi diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri
- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm dedi.
Öbürü ise;
- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni iyilik edenlerden görüyoruz dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:
- O dâima iyiliği tercih eder bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder yeri dar olanlara genişlik sağlar muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu ben muhakkak onun ne olduğunu daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder haber veririm.
Dikkat edilirse Yûsuf aleyhisselâm onları kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
- Bu Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allâh'a inanmayan âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm yalnız Allâh'ındır. O yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm bu iki delikanlıdan kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
-' Beni efendinin yanında an benden bahset.
Fakat şeytan efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf 35-42)
Yani Hz. Yûsuf Allah'tan başkasından yardım istediği için beş yıllık mahpusluktan sonra yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte bir peygamber için münasip değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülaaai bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf bu güzel hizmeti yapmayı bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ telkin ve tâlim etmesi kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması ibret ve ders alınacak bir husustur.
Onun içindir ki Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına kıssaların en güzeli mânâsında 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:55 am | |
| Akşama Kadar Yaşamak
Mekke... Yaşlı bir adam ve genç bir delikanlı bir köşede oturup konuşmaktalar. Önlerinde iyi giyimli bir adam belirir. Genç olanın önüne bir kese altın koyar. Genç: - Sağol paraya ihtiyacım yok. - Olsun ben sana veriyorum ister sen harca ister fakirere ver. Genç fazla ısrar etmez. Keseyi alır hemen hepsini ihtiyacı olduğunu bildiklerine dağıtır. Yaşlı adam aynı akşam genci bir başkasından yardım isterken görür ve sorar: - Niçin o bir kese altından kendine ayırmadın? Genç: -Akşama kadar yaşayacağımı düşünemezdim. | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:56 am | |
| UYAN ÇAVUŞ TİZ UYAN
Birinci Cihan Harbinde Jandarma çavuşluğu yapmış Müraaaa Baba İstanbul'un işgal hangâmesinde sallandığı yıllarda Rumlar Batı Anadolu köylerinde muzırlık yapmaya başlayınca oralara sevk edilen kuvvetlerin içinde Mürtaza Çavuş'da vamış.
RumIarı geri püskürte püskürte Daya Kadın diye bir yere varmışlar. Hem epey yoruldukları için hem de gece bastırdığı için orada Balkan Harbinden kalma tabyalarda geceleme durumu hasıl olmuş. Bir nöbetçi dikmişler diğerleri yatmış.
Mürtaza Çavuş da yatmış tabii derken bir müddet sonra nöbetçi de uyuklayınca Mürtaza Çavuş'a görünmeyen biri:
Uyan Çavuş tiz uyan! Atik ol kurnaz davran! Hemen kaldır eratı Aha geliyor düşman!
der gibi tekmelemeye başlıyor! Hemen uyanı�*yr' tabii asker tetikte uyur. Sonra dikkatlice etraflarına şöyle bir bakıyor ki Rumlar sürüne sürüne kendilerine doğru gelyor! Ayın ondördüymüş o gün ay ışığında görüyor bunu. Ondan sonra askerleri uyandırarak bir cayırtı koparıyorlar! RumIarın bir kısmı ölü bir kıs�* mı yaralı def olup gidiyorlar ..
Sabah olunca gece kendisine görünmeyen bir kimse tarafından tekme atılan yeri kazdırınca bir Türk şehidi çıkıyor. Evet! O şehid uyandırmış Mürtaza Çavuşu!
Sübhanallah Sübhanallah! | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:56 am | |
| Bayramlık Urba mı Müslümanlık?
Kastamonu Nasrullah Efendi Camiinin İmamı Osman Efendi merhumun bundan altmış sene önceki -1950'lerde yaptığı- bir bayram konuşması... Saçı sakalı ağarmış kırmızı yüzlü babacan tonton bir insan olan Osman Efendi çok yaşlı ve bacaklarından da rahatsız olduğu için ağır ve minik adımlarla bir kaç saatte gelip gidebilirmiş evinden camiye camiden evine. Bir bayram günü minbere çıktığı zaman bakın neler söylemiş Osman Hoca: Memnunuuuun! Memnunuuun!. Memnuuun!.. Neye memnunsun Hoca? Neye memnun olacan cömaata memnunum! Cömaatın çokluğuna memnunum! Başka zamanlarda şu direğin dibinde Amed Ağa bu direğin dibinde Memed Ağa o direğin dibinde Hasan Ağa gıvrılır oturur üç beş gişiyi geçmez cömaat. Emme Bayram oldu mu hepiniz dolarsınız garii Camiye a? Hoş geldiniz! Hoş geldiniz! Hoş geldiniz! Her zaman buyurun her zaman bekleriz! Gayrı vakıt ne yaparsınız leen? Bayramlık urba mı Müslümanlık? Neye her zaman gelmezsiniz? Gayrı vakıt ne yapan? Etlekmeği yin üstüne gayfeyi içen ondan sonra öyken gabarı Gayaltına giden tak tak tak gapıyı vurun: Kimoooo? Herifin! Ben de herifin! Trank trank dabancala atılır zabahlara gadar yatılır sabah olunca doooğru mahkemeye! Neye? Vukuuat vaa! Keranada kerlik ettin değil mi elbet giden goca gafalııııı! Her türlü naneyi yin içen kendinden geçen ondan sonra da bayram gelince hayıdı yırtık deve gi bi gopuduk gopuduk camiye gelin günaf dökmeye a? Ondan sonra da camiden çıkarken yanfiri yanfıri Hocaefendi'ye yanaşın ellerini oğuşturun durun gaari: Hocaefendi ... ! Sööle baalım ne vaaa? Günehirniz çok emme Cenaballah bizi cennetine go mı ki? Gak oradan gara donuz cennette ne işin vaa senin leeen? Gayrı vakıtta zabahınan gakan Madamayı goluna dakan giden. Nereye gidiyooon? Agubağaya gidiyon! Goslak goslak Agubağaya giden: Agubaaaa! Buyur beyim ne iççen? Bire! - Bire ne ki? Kekremsu bişuy! Haşa huzurdan eşek sidüğü gibu bişuy!... Bireler içulur. Ondan sonra: Agubaaa! Ne vereez? Beş mecidiye beyim! Düğümlü keseyi açan beş mecidiyeyi şrank şrank sayan sonra da gapıda bi fakıra raslayınca ona:Ih!.. Cıncıh yoh!.. Hadi ordan gidi poh! Nah giren cennete sen! Cennette işin ne senin leeen! Emme yoooooo Hoca öyle dime gine de sen! Geldiler ya işte gine de geldiler. Kime geldiler?
Rablanna geldiler Rablanna! Govma gaari onları sen! La tagnetü min rahmetiIlaaah!..Allah'ın rahmetinden umut kesilmeeez! Elâ ine ahsenel kelam
Kaynak: Güzel İnsanlar Mustafa Özdamar | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:56 am | |
| ALABİLİRSEN AL
Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç babasından kalma birkaç altınını annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip; "Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem gelir alırım. Şâyet dönemezsem istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı. Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; "Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi. Türbedâr; "Tabi alabilirsen al. Çünkü ben bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek bir daha elimi bile sürmedim."
Genç çekmecenin yanına gelip Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü. | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:57 am | |
| ALLAH NASIL MİSAFİR EDİLİR? Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız dediklerinde Musa Aleyhisselâm onları azarladı. «Nasıl olur Allah (haşa) yemekten içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp bazı münasaatta bulunmak istediğinde Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.): «Söyle kullarıma onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti hazırlığa başlandı koyunlar sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali ne bir padişah ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim acım bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:
- Acele etme hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi mahcup oldum ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa geldim. Açım dedim beni suya gönderdin bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece o da bir kuldu Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara ne yerlere sığarım ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki Allah için yapılan her şey bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta Allah o kimseden razı olmaktadır.
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler İbrahim sıddık İmamoğlu Osmanlı Yayınevi | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:57 am | |
| Allah'ın Emaneti Hz.Ümm-i Süleym gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman sabır ve aaaanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp komşularına dönerek:
- Babasına haber vermeyin.
Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde çocuğu sordu hanımı:
- Gördüğünden şimdi çok iyidir der.
Sonra yemek yediler oturdular birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym beyine gayet aaaanetle şöyle der:
- Ebu Talha ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi?
- Söylediğin bu söz nasıl bir söz elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli.
- O halde Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı.
Ebu Talha bu sözü duyunca :
- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz der ve şükreder.
Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.):
- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya ver diye dua eder.
Nitekim dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk Peygamberimizin himayelerinde büyürler İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur. | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:57 am | |
| ALLÂH'I BİLMEYE YÜZ DELİL...
Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?
Halktan bir zengin bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta
- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:
- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.
Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:
- Bu sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.
- Sen 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?
- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş beni desteklemiş sayılırlar.
- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?
- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...
- Peki öyleyse söyler misin; burhan ve delil şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?
Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri
- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.
Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:
- Konuştuğun zât Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:
- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...
* * *
İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...
Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle... | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:57 am | |
| ALLAHÜ TEÂLÂYI BİLİR MİSİN?
Abdullah bin Mübarek bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı çocuklukta çobanlık yaparsa büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki kâinat insanlar cinler hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı böylece bildim
-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler ne de ben onlara benzerim. Buradan bir çoban koyunlarına benzemezse Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda nasıl ilim tahsîl edebilirim dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki bana dil verdi ve dili zikretmek O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul bana nasîhat ver buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen insanlardan istemeyi beklemeyi kes. Yok dünyâ için öğrenmişsen Cennet'e kavuşamazsın dedi. | |
|
| |
Admin
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 11:58 am | |
| ALLAH'TAN UTANANDAN HER ŞEY UTANIR
Ma'rûf-ı Kerhi Hazretlerinin bir dayısı şehrin vâlisi idi. Vâli bir gün şehrin kenar mahallelerini dolaşıyordu. Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü. Önünde de bir köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor bir lokma da köpeğin ağzına veriyordu. Dayısı - Köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi. Maruf;
Utandığım için bu zavallıyı yediriyorum dedi ve başını kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü. Ma'rûf; -Allah'tan utanandan her şey utanır buyurdu.
Dayısı bu hâli görüp bu sözü işitmekle hem hayret etti hem de oradan uzaklaştı. | |
|
| |
| Dini Hikayeler Arsivi | |
|