| Dini Hikayeler Arsivi | |
|
|
|
Yazar | Mesaj |
---|
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:41 pm | |
| Azrail'n Güzelliği
-Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra- Ben 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki aaaastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken hastalığın akciğerdeki aaaahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün yine güçlükle konuşarak:
-''Doktor bey'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum. -"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da ALLAH 'ı ölümü ahireti anlatmıyorsunuz?"
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak: --"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."
Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala: -"Doktor bey'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?" -"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."
O haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:
-"Serap bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.
İşte Serap böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.
Ertesi gün O'na: -"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin.
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu: -"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?" -"Kızım" dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."
Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek: -"Doktor bey biliyor musunuz bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti: -Serap bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de: -Doktor bey'e söyleyin dedi. Azrail O'nun söylediğinden de güzelmiş!... | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:41 pm | |
| BALİNA ZİYAFETİ Ashab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor:
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik O da etten yedi. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:41 pm | |
| BAŞKA DUÂ BİLMEZ MİSİN? Bir şahıs Harem-i Şerîfin kapısında Ey doğrulara yardım eden haramlardan kaçınanları koruyan Allâhım!.. diyerek hep aynı duâyı okuyordu. Ona Sen başka duâ bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı bu duâyı tekrar etme sebebini:
Ben Beyt-i Şerîfi tavâf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla îmânım mücâdeleye tutuştular. Bin altın çok para senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. Îmânım ise Bu haramdır boşuna saklama; sahibini bul teslim et! dedi. Ben böyle mücâdele içinde iken birinin sesi duyuldu:
Burada içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin ona otuz altın müjde vereyim!
Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:
Ben Mağrip sultânının oğluyum. Babam Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş elli bin altın da vermiş ki beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına râzı olma elli bin altına sat beni.
Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdata gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip Meşhur bir tüccar dostum vefât etti ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın çehiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dediki:
Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helâlzâde keseyi iâde edince otuz altını ona müjde olarak vermiş ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.
Bunun üzerine ben Allâha hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun iyiliğin bereketi diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saâdetimiz daha da perçinlenmiş oldu!.. (Nevâdir-i Süheylî Sayfa: 280-81)
Evet enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu sadece dünyadaki semeresi. Âhiretteki karşılığı ise ebedî bir saâdet. Rabbimiz cümlemizi îmânımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmîn... | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:41 pm | |
| Baykuşlar ve Nuşirevan
Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki millet artık canından bıkar hale gelmiş en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar.
Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan'ın hoşuna gitmiş olacak ki vezirine: -İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kimbilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.
Vezirin derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu: -Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim dedi.
Nuşirevan hayretle: -Gazabımdan emin olabilirsin anlat dedi.
Vezir: -Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir dedi.
Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler nerede o hükümdarlar? | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:42 pm | |
| Paylaşılamayan velî
Mar'uf-ı Kerhi Hazretlerini sadece Müslümanlar değil Hıristiyanlar da çok sever. Bir defasında bunlardan biri gelir 'çocuk sahibi olabilmek' için dua ister. Büyük veli bir fırsatını bulup onu zarif bir şekilde İslâm'a davet eder. Adam; - İyi ama ben buraya din değiştirmeye gelmedim ki. İstediğim sadece bir evlad der. Veli; - Allah sana hayırlı bir evlad nasip etsin. Onun elinden imana gelesin diye dua eder. Çok geçmez adamcağızın çok akıllı bir oğlu olur. Okul çağı gelince onu kilise mektebine gönderir. Rahip ilk gün teslisi anlatır ama çocuk bir tuhaf olur. Çocuk; - Hayır! kalbim daralıyor dilim söylemiyor der. Rahip; -Tamam bunları sonra konuşuruz. Şimdi alfabeye geçelim. Haydi bana harfleri okuder. Çocuk bir şiir okur ki ilk beyit elif beyle başlar son beyit lamelif ye ile biter. Her mısra Allahü teâlânın sıfatlarını ve Muhammed Aleyhisselamın meziyetlerini anlatır ki sanatlarla doludur. Çocuk alfabeyi bitirip devam eder.
"Ağlatan güldüren öldüren dirilten Allah'a yemin ederim ki O'nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar etti Ondan başkasından ne zarar gelebilir ne fayda Kul isyan eder örter âliyyul âlâ."
Rahip bu sözleri söyleyeni değil söyleteni arar ve doğruyu bulur. Çocuğun babasını da İslâm'a davet eder. Adamcağız itiraz etmez zira yıllar evvel Şeyh Ma'ruf'un ettiği dua kulaklarında çınlamaktadır.
Ma'ruf-i Kerhi Hazretleri ölümü yaklaştığında vefakâr talebesi Sırrıyî Sekati'ye döner ve - Ben ölünce üzerimdeki gömleği fakirlere ver der.
Biliyor musunuz zaten bütün serveti o gömlektir. Hasılı bu âlemden geldiği gibi gider.
Mübarek kimseyi kırmaz ve herkese insanca muamele eder. Bu yüzden onu herkes sever. Komşuları cenazesini paylaşamazlar. Hıristiyanlar ve Yahudiler de gelir onu kendi mezarlıklarına defnetmeye kalkışırlar. Ancak tabutu yerinden bile oynatamazlar halbuki Müslümanlar el attığında naaş tüy gibi hafifler ve kuş gibi uçar. Orada bulunanlar topyekün müslüman olurlar. | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:42 pm | |
| 'BEDELİ ÇANAKKALE'DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR' Ziyad Ebuzziyâ Üç aylık bir tâlimden sonra Mehmed Muzaffer 'zâbit namzeti' olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri Çanakkale'de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzelli bin zâyiattan sonra Boğaz'ı aşamayacaklarını anlamışlar 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Muzaffer Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz-Bozcaada'da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan'ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı bağuşmalara kıyasla bu bombardımanlar 'hiç' mesâbesindeydi. Çanakkale'deki birliklerin büyük bir kısmı Kafkas Irak ve Filistin cephelerine sevkedileceklerdi. Hazırlanma ve noksanları ikmâl emri aldılar.
Muzaffer birliğinin alay karargâhında vazifeliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mübâyaalar için açık artırma yapmak ilanlarda bulunmak ne âdetti ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. Herşey itimatla yürütülürdü. Muzaffer açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan karagâh gerekli malzemenin temin ve mübâyaasına onu memur etti. İcab eden paranın kendisine i'tâsı için de Erkân-ı Harbiye Riyâseti'ne hitâben yazılı bir aaakereyi eline verdiler.
O yıllar İstanbul'da otomobil ve kamyon nâdir rastlanan vâsıtalardı. Bunlaların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı.
Muzaffer aradı uğraştı nihayet Karaköy'de bir Yahûdi'de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fâhişti ama yapacak başka birşey yoktu anlaşmaya vardı. Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki aaakereyi tediye merciiine havâle ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)'ın huzurundaydı. Kaymakam uzatılan kezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zâbit namzetine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan 'Ne alınacak?' dedi. 'Oto ve kamyon lastiği' cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı: 'Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi yürü git insanı günaha sokma... Para mara yok!' dedi.
Muzaffer selâmı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezâreti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binâsının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanlar'ın verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı. Kendisi bulur alır diye vazifelendirilmişti.
Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi bir çaresini bulmak lâzımdı.
Muzaffer bunları düşüne düşüne Bâyezid Meydanı'na vardı. Birden durdu kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahûdi'ye gitti: 'Paranın tediye muâmelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale'ye kalkıyor yetişmem lâzım. Onun için sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin...' Tüccar 'Peki' dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti: 'Altın para vermiyorlar kâğıt para verecekler.' Yahûdi yine 'Peki' dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Komutanlığı'ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Taccar malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi. araba dörtnal Sirkeci'ye yollandı. Malzeme şat'a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra Yahûdi elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar.. Zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemiyecek nefâsette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:
'Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır.' Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır. 'Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır.'
Onun burada altın dediği Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı altından da kıymetli kanı idi...
Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi yapmaktan mı çekindi bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul'a yayıldı. Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu.
Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip İstanbul Polis Okulu'ndakiEmniyet Müzesi'ne hediye etti.
Şehid Mehmet Muzaffer'in taklidini yaptığı paranın asıl 50 liralık kâğıt paradır. Bu kâğıt paralar üzerlerinde de yazılı olduğu gibi Rûmi 6 Ağustos 1332 (M.18.8.1916) tarihli kanunla tedâvüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Her halde Şehid Muzaffer'in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedâvüle çıktığından getirip veren de subay ve askerleri olduğundan tüccar bu çeşit yüzlük kâime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzûmunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer'in 'sabah ezanı vakti' üzerinde durması da hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.
Çeşitli imkânlara sahip teksir ve totokopi makinelenin henüz îcad edilmediği yıllarda bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarlı bir taklidi yapabilmek üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil bir san'at şaheseri olarak değerlendirilmelidir.
Hz. Allah bütün şehidlerimizden de vatan için her şeyi göze alabilen bu san'atkârın bu mübârek şehidin rûhundan da o ganî rahmetini eksik etmesin. (Âmin) | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:42 pm | |
| SENİN GÖRDÜĞÜN
1994'lerde Haçka'ya giden bir polis memuru Haçkalı Hoca'nın evini sormuş. O tarihten 45 sene evvel Hakka yürüyen Haçkalı'nın evisorulunca: -Hayırdır Haçkalı'yı nerden tanıysun? diye sormuşlar. -Güneydoğu'dan demiş polis memuru. -Güneydoğu? -He! Urfa mardin diyarbakır! Ne iş yapaysun daa? -Polisim. -Hocayla işin ne? -Oradaki çatışmalarda kendisinden çooook yardım gördüm. Eğer o yardım etmeseydi beni hastahaneye götürmeseydi Allah bilir ya şimdi çoktaaan ölmüş olacaktım Kendisine teşekküre geldim. Polis memuru böyle söyleyince Haçkalı'nın akıl sır ermez işlerine az çok âgâh ve âşinâ olan Haçkalılar Haçkalı'nın Haçka'daki cami ve türbesini göstererek: -Gazan mübarek olsun uşağım Haçkalı Hoca işine gücüne akıl sır ermez bir ermişdur. yıllar evvel Rabbisine ermişdur. aha camisi ve türbesi. Get orada ziyaret et. Senin gördüğün onun ruhaniyetidir demişler.
Zaman mekân duvarını aşardı Yeri gelir celâllenir taşardı Darda kalan her mağdura koşardı Gaibler şahini Haçkalı Baba | |
|
| |
prensescik
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:42 pm | |
| Beni Kendinle Meşgul Eyle
Hazret-i Râbia çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi o da yemeği alıp yere koydu. Mum getirmeğe gitti gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz." Bu sözü işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı; "Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de kimse senden alıkoymasın." diye duâ ederdi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:43 pm | |
| Beni Kendinle Meşgul Eyle
Hazret-i Râbia çok oruç tutardı. Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi o da yemeği alıp yere koydu. Mum getirmeğe gitti gelince bir kedinin yemeğini dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen üzerindeki dert ve belâları kaldırayım. Fakat bu dertler belâlar ile dünyâ bir arada bulunmaz." Bu sözü işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı; "Bu benim son namazımdır." diye huşû ile kılar hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de kimse senden alıkoymasın." diye duâ ederdi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:44 pm | |
| Berat Kağıdı
Abdullah-ı Rûmî bir sohbetinde Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:
Bir târihte Bağdât'ta zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden önce herkes eşi-dostu ile helâllaştı. Şehir dışına çıkıldığında zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce; "Bineğin yok azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti. Fakîr bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve; "Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman o zengin fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve; "Komşu sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı. Fakîr de; "Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi. Zengin; "Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu. Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi. Zengin; "Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı. Fakîr berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye yalvarmaya başladı: "Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken mânâ âleminden yanına bir kimse gelip; "Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı yüzüne ve gözüne sürdü bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre alayla; "Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular. Fakîr de koynundan berâtını çıkararak; "İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca aklı başından gidip atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin kâğıdı öpmeye misk kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü. Fakîr; "Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi. Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı berâtı sandığına koydu. Aradan günler geçti. Zengin ticâret için başka memlekete gittiğinde fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler fakat berâtını bulup kefenin içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten sonra zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler. Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve; "O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi. Kazma kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda; "Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü. Fakîr; "Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında doğru evine gidip fakir için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip yetimleri fakirleri doyurdu." | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:44 pm | |
| Bereketi Var mı?
Benî İsrail zamanında salih bir kimsenin üç tane oğlu varmış. Bir gün o zat ağır hastalanır ve artık hayatından ümid kesilince büyük oğlu küçük kardeşlerini çağırır ve:
- Ey kardeşlerim pederimizin epeyce malı var. Fakat bugün kendisinin hizmeti ise ağırdır. İsterseniz sizler malına varis olun ve hizmetini bana bırakın isterseniz malı bana verin hizmetini sizler yapın der.
Kardeşleri malı almayı tercih ederler. Babalarının hizmetini büyük biraderlerine bırakırlar. Büyük kardeşleri salih bir kimse olduğu için pederinin hizmetini kendisine nimet ganimet ve ibadet bilir. Vefatına kadar bu hizmeti yapar. Fakat ailesinin bu işe hiç gönlü razı olmaz ve malı almadığı için O'nunla münakaşa eder. O ise ailesine:
- Ey hatun ben babama miras için hizmet etmiyorum. Ancak Allah rızası için hizmet edip hayır duasını almak istiyorum. Hayır sizin bildiğinizin hilafınadır. Bir kimsenin dünya dolusu malı olsa da bereketi olmasa onda hayır yoktur. Hayır ancak berekettedir der.
Babasına hizmette hiç gurur etmeden devam eder.
Bir gece rüyasında kendisine şöyle derler:
- Git filan yerde yüz akçe vardır. Onu al nafaka yap.
- Onda bereket var mıdır?
- Hayır yoktur.
- Bereket olmayan şey bana lâzım değildir der.
Bu hali ailesine söyleyince kadın yine almadığı için O'nunla münakaşa eder.
Ertesi gece rüyasında yine «Filan yerde 10 akçe vardır git al.» denilir. O yine bereket olup olmadığını sorar. Bereket olmadığını anlayınca yine almaz.
Üçüncü gece ise yine «Filan yerde bir altun vardır onu al da harçlık yap.» denilir. O da bereketi olup olmadığını sorunca «Çok bereketlidir.» cevabını alınca hemen gider ve onu alır. Sabahleyin ise altun ile pazara gider ve iki tane balık alır. Evine getirip karınlarını yardığı zaman görür ki balıkların karnında çok kıymetli ve iki dirhem ağırlığında kırmızı cevher var. Birisini hemen pazara götürüp satmak ister. Fakat hiç kimsenin almaya gücü yetmez. Nihayet 30 bin akçe kıymeti ile padişaha satar. Akçeleri alarak eve gelir ve Cenabı Hak'ka şükürler eder.
Padişah o cevherin bir eşini daha araştırır fakat hiç kimsede bulamaz. Tekrar O'na soralım belki vardır diyerek gelirler. Fakat o bende vardır lâkin 70 bin akçeden aşağı vermem der ve öylece satar. Son derece zengin olur.
Rüyasında: «Ey kişi Cenabı Hak'kın sana bu kadar lütuf ve ihsanı ancak pederine ihlas ile etmiş olduğun hizmet sebebi iledir. Âhirette olunacak ihsanı ise anlatmak mümkün değildir.
İşte bunun gibi bir kişi ebeveynine hizmeti kendisine nimet bilirse iki dünyada da devlet ve nimete nail olur. (2) | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 1:44 pm | |
| Berberin İhlâsı
Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim 'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim 'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?' Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber 'Kusura bakmayınız efendim' dedi 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi' Berber dahasını da yaptı bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. 'Asla alamam' dedi 'İnan Allah'ın rızası daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar. Mübarek 'sözle mi cevap verelim' der 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der 'Hani Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir 'Kendini yorma' derler 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 2:05 pm | |
| İR BOSTAN BEKÇİSİ
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor: Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim sen bunun için yaratılmadın bununla emrolunmadın!
Sağa-sola bakındım fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken aralarından sıyrılıp kaçıverdim... | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 2:06 pm | |
| Bir Boşanma Olayı
Medineli Sabit bin Kays sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu. İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile Sabit’e bir türlü ısınamamış onu sevememiş içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah dedi beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi. Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor bu andan itibaren boşamış bulunuyorum özgürdür.” dedi. Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 2:07 pm | |
| Bir defa dahâ söyle
Cebrâîl aleyhisselâm dedi: - Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim. Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki - Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp ona verdi. Buyurdu ki - Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi. Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp ona verdi. Dördüncüde setr-i avretini örten elbiseden başka bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu: - Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir. Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip buyurdular ki - Nereye gidersin yâ Bilâl! Sen mi söylersin ben mi söyliyeyim. Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki - Yâ Resûlallah siz buyurun. Buyurdular ki: - Yâ Bilâl! Bil ki o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip dedi ki - Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh': - Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız oraya tasarruf ediniz dedi. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 2:07 pm | |
| BİR EV TAPUSU Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam evini onbin dirheme satarak ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa parasını geri verecekti.
Horasanlı hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti. | |
|
| |
arda
| Konu: Geri: Dini Hikayeler Arsivi Paz Mart 22, 2009 2:07 pm | |
| Bir gencin tövbesi
Allahü teâlâ peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip " (Ey Musa! Filân mahallede bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu. Hazret-i Musa emir olunduğu mahalleye gitti. Oradakilere: -Bu gece burada Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca: -Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor dediler. Musa aleyhisselâm: -Ben onu arıyorum buyurdu. Gösterdiler. Hazret-i Musa o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup ellerinde rahmet tabakları olup Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa yalvararak münacaat etti: -Ey Rabbim! sen buyurdun ki o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir? Allahü teâlâ: (Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama günahından haberleri var tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum seher vakti toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu. | |
|
| |
| Dini Hikayeler Arsivi | |
|